13 Kasım 2016 04:41

Sadri Ertem’in gerçekçiliği ve çıkrıklar durunca

Adnan Özyalçıner, Sadri Ertem'i ve 'Çıkrıklar Durunca’ romanını yazdı

Paylaş

Adnan ÖZYALÇINER

“Söğütlerin altına geldikleri zaman, bir tarafta halılara bağdaş kurmuş insanların sesini duydular öte tarafta dere kenarında serinlik ve ferahlık veren yeşil otların kokuları arasında buram buram, burun deliklerini kıran kebap dumanı sarhoş etti. İkisi de derin derin nefes aldılar, uzun uzun: 

– Hehhh... diye derinden derine iç çektiler. 

Gerçi karnı tok olan okuyucular bunu kaba bir fantezi farz edebilirler. Fakat burada ne yazar için fantezi ne de okuyucu için çıtkırıldım edebiyat arzusu vardır. Burada tek, basit olan açlık vardır. Güzel sözler, sevimli hülyalar, benzetmeler, çift anlamlı sözler, arkasında dumanı üstünde kokusu bütün bir alemi rahatsız eden gerçek vardır. 

Sözlerden önce süslü bir bilezik, bir küpe, bir kravat iğnesi arayanlar kuyumcu dükkânlarına koşsunlar. Yazarı bir taklacı, bir cambaz ya da kelimeler serdarı görmek isteyenler de istedikleri yere gidebilirler.” 

(Çıkrıklar Durunca)

SADRİ ERTEM KİMDİR?

Sadri Ertem, toplumcu gerçekçi yazarlarımızın ilklerinden sayılır. Gerçi daha önce Nabizade Nazım, ‘Karabibik’ adlı öyküsüyle köy gerçekliğini, köyün ve köylünün yaşamını toplumsal açıdan ele almıştır.

Refik Halit Karay da ‘Memleket Hikâyeleri’ adlı kitabında yer alan öyküleriyle Anadolu gerçeğini, Anadolu insanının içinde bulunduğu toplumsal çelişkileri dile getirmiştir. Sadri Ertem’in öykü ve romanlarında edebiyatımızdaki gerçekçilik geçmişimizin bir etkisi ve payı vardır. Ama o, öykü ve romanlarında olayları yorumlarken siyasal ve politik açıdan da bir değerlendirme yapar. Toplumsal olgulara, gerçeklere bilimsel olarak yaklaşır. Bu yüzden toplumcu gerçekçi edebiyat alanında ürün vermiş ilk yazarlardandır. Kendinden sonra gelen toplumcu gerçekçi yazarlardan Sabahattin Ali, Kenan Hulusi, Bekir Sıtkı Kunt, Reşat Enis Aygen’e öncülük etmiştir. 

Sadri Ertem, 1898 yılında İstanbul’da doğdu. 12 Kasım 1943’te Ankara’da öldü. Kurtuluş Savaşı sırasında Ankara gazetelerinde çalışan Ertem, Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte İstanbul’da Son Telgraf gazetesinde başyazarlık, Vakit gazetesinde de fıkra yazarlığı yaptı. Felsefe Tarihi ve Sosyoloji öğretmenliği de yapmış olan yazar, 1939’da Kütahya Milletvekili seçildi. 

İşe gazetecilikle başlayan Ertem’in ilk öyküleri 1917 yılında ‘Genç Yolcular’ dergisinde yayınlandı. Bu dergide yayınlanan “Uhrevi Belde” (Ahiret Kenti) adlı öyküsünde izleyeceği gerçekçi bakış açısının ilk işaretleri vardır. Öyküde, İstanbul’un kutsal yerlerinden olan Eyüp Sultan anlatılır. O, bu semtin mistik havasından çok dinsel bir dekor içinde yaşayan Eyüplü kimi kişilerin hangi şeytani olaylarla içli dışlı yaşadıklarına değinir. Sahte, ikiyüzlü kimliklerini ortaya koyar. Görünüşteki kutsallığın iç yüzünü gözler önüne serer. 

SADRİ ERTEM’İN GERÇEKÇİLİĞİ

Sadri Ertem’in gerçekçiliğini tarih, iktisat, politika ve felsefe üstüne kafa yormuş olmasında aramak gerekir. Bu konuda biri iki cilt olmak üzere 7 kitabı vardır. İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nü bitirmiş olması, felsefe ve sosyoloji konusunda uğraş vermesi sonucunu doğurmuştur. Bu çalışmalardan elde ettiği doğruları da sanatına yansıtmıştır.

Bunun için öykü ve romanlarında o güne kadar pek değinilmemiş konu ve temalara rastlanır. Köy–köylü sorunları ve yaşamını, işçi–işveren sorunları ve yaşamını köy, kasaba, fabrika ortamı içinde anlatarak yoksul halkın çektiklerini, toplumsal, siyasal, ekonomik gerçeklere bağlı olarak dile getirmiştir. Bu konudaki çelişkileri kimi zaman acı, kimi zaman da gülünç ama bir o kadar da düşündürücü yönleriyle ortaya koymayı bilmiştir. 

Sadri Ertem, sanatın toplumsal bir ürün olduğu görüşündeydi. Toplumdaki değişikliklerin sanata da yansıması gerektiğine inanıyordu. “Sanat ve Sosyal Mesele” adlı yazısında bu görüşünü şöyle açıklıyor: 

“... Sanat balık gibidir, toplumsal suyun içinde yaşar, toplumsal olmayan ne bir düşünce, ne bir dize vardır. (...) Biz yeni insanı tanımıyoruz. Onu eldeki eski ölçülerin, eski vasıtaların kendisine verdiği alışkanlıklarla tanımaya çalışıyoruz. Elini kendi istenciyle (iradesiyle) kullanan insanı, makineye bağımlı olarak işleyen insandan ayırt edemiyoruz. Bu iki adam arasındaki fark, iki dünya arasındaki farktır. İki insan psikolojisi birbirine kapalı iki alemdir. Yeni adamın değerler dünyası, yeni adamın dünya görüşü artık bir ‘kollektiviteye’ malolmuştur. (...) Dün bireysel psikolojiyi bir çözümleme konusu yapan ve bunda başarılı olan edebiyat, bugün toplumsal çözümlemeyi de bir roman içinde başarabilir.” 

ÇIKRIKLAR DURUNCA

Sadri Ertem, bu düşüncesini ‘Çıkrıklar Durunca’ romanında yansıtmıştır. Öteki üç romanı ‘Düşkünler’, ‘Bir Varmış Bir Yokmuş’, ‘Yol Arkadaşları’nda da bu düşünceye bağlı kalmıştır. 

Çıkrıklar Durunca, en önemli romanlarından biri. XIX. yüzyıl sonlarında Avrupa endüstrisi ürünü dokumaların yerli dokuma endüstrisini yok ediş süreci içinde Osmanlı İmparatorluğu’nun esnaf, tüccar ve yöneticilerinin işbirliğiyle emperyalizme boyun eğdirilişi anlatılmaktadır. İmparatorluktaki çözülme ve çürümenin devamı olan bu olay, roman olarak ilk kez 1930’da Vakit gazetesinde tefrika edildi. Aynı yıl da kitap olarak basıldı. Büyük bir ilgi gördü. Nedenini, edebiyatımızda ilk kez ekonomik, toplumsal sorunlardan kaynaklanan bir roman oluşunda aramak gerekir.

ÇIKRIKLAR DURUNCA NEYİ ANLATIR?

Olay, Bolu yöresinde dokumacılıkla geçinen bir Alevi köyü olan Adaköy ile çevresinde geçer. Başlangıçta kendi halinde bir köyken, köyün ermişi sayılan Dudu ve onun yandaşı, bir bakıma sözcüsü Esma’nın girişimiyle ‘Hz. Ali göründü, köyümüze bolluk getirecek’ diyerek adına bir türbe yapılır, yanında da dergâh kurulur. Köy, kutsal bir mekân olmuştur artık. 

“Ali’nin türbesinde nezirler, hediyeler toplanmaya, aşevinde günden güne kazanlar kaynamaya, bacasından her gün daha fazla dumanlar tütmeye başladı.” 

Böylece köye yepyeni bir hayat gelir. Köylüler her gün gelen koyun, keçi, dana, tavuk nezirleriyle karınlarını doyururlar. Çocuklar beslenerek gürbüzleşirler. 

Gurbetlerde dolaşıp köyüne dönen Hasan, sözlüsü Hatice’yi bulur. Hatice yörenin ağası Sıddıkzade’nin saldırısına uğramıştır. Hasan’la çeşme başında sevişirlerken köylüye yakalanırlar, kaçarlar. Yollarda günlerce açlık çektikten sonra köye dönerler. Bir gün Hatice, dere kenarında baygın bir halde bulunur. Sıddıkzade ölesiye tekmelemiştir kızı. Çok geçmeden can verir Hatice. Hasan, Hatice’nin derdinden dağlara düşer, dergâhın keçilerini gütmeye başlar. Sıddıkzade’nin Hatice’ye yaptığını unutmayacaktır. 

Sıddıkzade kurnaz, zorba, çapkın bir adamdır. Vilayet ve Belediye kurullarında üyedir. Tam bir eşraftır. Ticaretle uğraşır. Köylüye öteberi verip onları borçlandırır. 

“Sıddıkzade bu bankasız, kredisiz yerde Allah tarafından gönderilmiş bir kahramandı. Parasız kaldıkları zaman köylülere yardım eder, işlerini görürdü.” 

Karşılığında Avrupa kumaşı satarak köylüden topladığı yerli yünleri yabancılara devreder. 

Tiftik sürüleri köylünün biricik umududur. Topraktan pek bir şey kazanılmamaktadır. Tiftik keçilerinin tüyleri ne kadar uzun olursa o kadar çok para kazanılacaktır.

İŞİN İÇİNE YABANCI SERMAYE GİRİNCE

Burada işin içine Güney Afrika’da, Karu Yaylası’nda Türkiye’den getirdiği tiftik keçilerini yetiştiren İskoç asıllı Stayvers girer. Stayvers, Türkiye’de Sıddık Ağa ile yöneticilerin işbirliğiyle çobanların sürülerinden en iyi tiftik keçilerini zorla alır. Sadri Erdem, bu kaçma kovalama, tiftik keçilerine zorla el koyma sahnelerini, Afrika’daki köle avı biçiminde anlatır. Sonuç, Stayvers’in Afrika’daki çiftliğinde, arkadaşına böbürlenerek söylediği sözlerdir: 

“Bu yıl işim iş, Güney Afrika yün piyasasında Anadolu’ya yegâne rakip.” 

Bu sırada Sıddıkzade, İstanbul’dan bir mektup alır. Mektupta şöyle denmektedir: 

“Burada önemli tüccarların kararı, Anadolu’dan yün satın almamaktır. Depolarda mallar yüzüstü kaldı. Böylece bilginiz olsun. Tanrı kâfirlerin gözünü kör etsin. Benim biraderim. Arzu ederseniz size patiska ve yünlü kumaştan istediğiniz kadar denk gönderelim. Kâfirler bir iki yıl sonra hesaba bakmak koşuluyla hesap açmak istiyor.” 

Bunun üzerine köylülerden yün alımı durur. Sıddıkzade onlardan borçlarını ödemelerini ister. 

Adaköylüler mallarına alıcı bulmak için İstanbul’a gitmeye karar verirler. Dudu’nun kocası Ömer, Hasan ve iki köylü birlikte İstanbul’un yolunu tutarlar. Hasan, gurbette edindiği görgüye, bilgiye dayanarak İstanbul’da ilk iş olarak dokuma loncası başkanına gider: 

“Dokumacılar Loncası Başkanı, Hasan’ı dinledikten sonra yüzünden sanki bir deprem geçti. 

– Hep böyle dedi, her tarafta böyle... 

(...) 

– Devlet bir şahindir, bir kanadı ordu, bir kanadı işçidir. Kanadı kopuk şahin uçamaz, çöplükte sürünür. 

– Yardım nereden? 

– Yardım senden, benden, herkesten, hepinizden.” 

Hükümete başvuran ötekilerse:

“Yüce Devlet, tiftik gibi aşağılık işlerle mi uğraşır? Burası Babıali. Yüce Kapı!..” diye kovulduklarını söylerler. 

Hasan, bu durumda lonca başkanına ne yapmaları gerektiğini sorar. Başkan: 

“Bu iş böyle gitmez, ölüme ölüm, açlığa açlık... Başka çözüm yok! Ya öleceksin ya öldüreceksin...” der. 

Lonca başkanının bu sözleri Hasan’ın kafasında: “Ölmemek için öldüreceksin...” diye yankılanıp duracaktır. 

Hasan, arkadaşlarına birçok köyün aynı durumda olduğunu, çıkrıklara haciz konduğunu anlatır. Arkadaşları şaşkınlıkla bakarlar. O, sözünü yineler: 

“Çıkrıklara haciz konuyor. Sıddıkzade bir kez elimizdeki çıkrıkları aldı mı, eh artık köyde ne kız kalır, ne oğlan... Hepsi onun olur. Hoş köyün de yerinde yeller eser ya!” 

Kafasında aynı ses yeniden yankılanınca arkadaşlarına: 

“Ya bizi öldürecekler ya da biz onları öldüreceğiz. Vaktiyle birleşip fabrika yapsaydık, mallarına malla karşı koysaydık, ama artık iş işten geçti. Bıçak kemiğe dayandı, boğuşmak gerek. Başka çıkar yol varsa, söyleyin...” diyerek köylerine dönerler. 

Hasan, Sıddıkzade’ye karşı bir cephe kurulmasından yanadır. 

KÖYLÜLER SIDDIKZADE’YE KARŞI ÖRGÜTLENİYOR

Sıddıkzade, köylülerin keçilerine, borçları karşılığında haciz koyup mallarını ellerinden alır. Dergâhın keçilerine de el atar. Dudu’nun buyruğuyla Hasan, Dudu’nun kocası, muhtar ve bir köylüden oluşan Dörtler Meclisi kurulur. Köylüye şu buyruk verilir: 

“Ali emretti!.. Hiçbir tezgâh boş kalmayacak. İşleyecek ve kimse fabrika kumaşı giymeyecek; tekkeye mavi don, beyaz gömlek ile gelinecek.” 

Kadınlar tezgâhların başına geçip çıkrıkları işletirler. Bu iş gittikçe yaygınlık kazanır. Uzak köylerde Adaköy adına hareket eden Hızırlar Heyeti örgütlenir. Hızırlar ve dergâhın çevresinde bulunanlar silahlanırlar. 

Sermaye–emek karşıtlığı, Anadolu halkının bütün kalkışmalarında olduğu gibi dinsel bir çelişki olarak gösterilip Alevi–Sünni çatışmasına dönüştürülür. Çıkarlarını tehlikede görenler: “Din elden gidiyor!” diye seslerini yükseltirler. 

“Köydeki kımıldanma ve sonunda silahlanma ovalardan dağlara doğru bir rüzgâr gibi sertleşe sertleşe yükseldi.” 

Dağlardaki eşkıyalar Pazvantoğlu, Deli Bekir, Araçlı Kâzım çeteleri ve buyrukları altında bulunanlarla dergâha vurucu güç olarak bağlanır, köylülerin yanında yer alırlar. Onların adı artık “Zülfikar Ordusu”dur. 

Bu durum karşısında halk arasında söylentiler alıp yürümüştür: 

“– Beyaz gömleği, mavi donu olmayanı at yularıyla çınarlara asıveriyorlarmış. 

– Vergiyi de kaldırıyorlarmış, askerlik de yokmuş! 

– Fakir fukaraya zararları yokmuş!” 

Bunun üstüne Vali Paşanın buyruğuyla tezgâhlar kapatılır. Dokumacılar, çoluk çocuk perişan olur, ellerindeki malları haraç mezat satarlar. Bu arada Bolu hapishanesindeki dört yüz mahkûm da Adaköylülerce salıverilir. Onlar da köylülere katılır. 

Sıddıkzade elinde biriken fabrika mallarından elli top elbiselik kumaşı halka hediye eder. Amacı çıkrıkları bu yolla işsiz bırakmaktır. Köylü ucuz fabrika kumaşına alıştırılınca mesele kalmayacaktır. Bu kez parayla alıp borçlanacak, borcunu ödeyemeyince de Sıddıkzade çıkrıklarına haciz koyacaktır. 

Bu sırada bütün fabrika malları toplanır, dergâh alanında törenle yakılır. Pazvantoğlu da Devrek’i basıp ele geçirmiştir. 

“Öşür yok! Vergi yok! Askerlik yok! Ahali keyfine baksın!” diye tellallar bağırtılır. 

Dudu, hastalandığı için dergâhta kalır. Esma Devrek’e gelir. Burada bir hükümdar gibi davranmaya başlar. 

“Tahsildarsız, zaptiyesiz, ordusuz olacak” denilen devlet, iki hafta sonra orduyu beslemek için arpadan on kilede bir kile, buğdaydan, mısırdan, darıdan kırk kilede bir kile vergi alır. Eşkıyaların amacı, fırsattan yararlanıp talan ve vurgun yapmaktır. Esma’yla köylü heyetleri de onları uygulayıcı olarak kullanmak istemektedir. Bu çelişik düşünceleri iki taraf da açığa vurmaz. Pazvantoğlu, Mengen’i de Devrek gibi kolaylıkla ele geçirir. Kimse karşı gelmez. Hükümet güçleri, Bolu’da birikim yapıp onların saldırmasını beklemektedir. Onlar saldırınca İstanbul’dan gelen hükümet güçleri, hepsini arkadan çevirecektir. Bu durumu öğrenen Pazvantoğlu, Mengen’den çekilerek hükümet güçlerine teslim olur. Zülfikar Ordusu’nun dağılışı, Gerede’de derhal etkisini gösterir. Çetelerden Deli Bekir, Araçlı Kâzım da Pazvantoğlu’nun yaptığını yaparlar. Bu durum karşısında Esma ile Dudu, Hızırlar Heyeti bir de onlara inanmış yetmiş–seksen köylü Adaköy yolunu tutarlar. 

KAÇINILMAZ SON

Durum artık değişmiştir. Savaşım güçleşmiş, çatışma yandaşları coşkularını yitirmiştir. 

“Bunların içinde yalnız Hasan, savaş yandaşı kalmıştı. Ne olursa olsun, Sıddıkzade’yi sağ bırakmak istemiyordu. Sıddıkzade’nin sağ kalması, onun için en büyük cinayetti. Salt bu amacını gerçekleştirmek için uyuşuk bir ceset halinde Adaköy’e çekilen Zülfikar Ordusu kırıntılarına can veren, onu yeniden harekete geçirmek isteyen Hasan’dı.” 

Her yer, savaş meydanı haline gelmiştir artık. Nice köylerde taş taş üstünde kalmaz. Evlerin olduğu yerler, sabanla sürülmüş birer tarla durumuna girer. 

Hasan, orospularla alem yapan Sıddıkzade’nin evini kundaklatarak yaktırır. İntikamını alır. Sıddıkzade’nin cayır cayır yanışını izledikten sonra herkesi silah başında toplayarak dergâhı savunur. Bu çarpışmada artık babaları çıkrık cephesinde, oğulları fabrikacıların cephesinde olanlar da karşı karşıyadır. 

Dergâh sarıldığında seksen kişi kalmışlardır. Kimse teslim olmayı düşünmeden sonuna kadar direnir. Hasan kanlar içindeyken: 

“Arkadaş ölmemek için öldüreceksin!” diye bağırarak ölür. 

Bir süre sonra dergâhtan ses gelmez olur. Zaptiyeler cesetlere basa basa içeri girerler. Roman bu kaçınılmaz sonla bitmektedir.

ÇIKRIKLAR DURUNCA’NIN GÜNCELLİĞİ 

Adaköylülerin zorbalığa, emperyalizme ve işbirlikçilerine karşı ayaklanmaları, paylaşımcı, eşitçi bir düzen kurmaya kalkışmaları Anadolu’daki halk ayaklanmalarının bir benzeridir. Attila İlhan’ın 2001’de Otopsi Yayınevi’nce basılan kitaba yazdığı sunumda belirttiği gibi: 

“Burada, gel de daha önce yaşanmış Simavne Kadısı Oğlu Şeyh Bedreddin’i ve Börklüce Mustafa’nın isyanını hatırlama; aynı ‘ümmet toplum’unda, o da muhtevası ‘sosyal ve ekonomik’ ve fakat görünüşü ‘mistik’ bir halk kalkışması idi; ikisinin de akıbeti, aynı oldu.” 

Tıpkı Adaköylülerinki gibi. 

Bu işin tarihsel yanı. Güncel yanına gelince, bugün Türkiye’nin çeşitli yollarla içine düşürüldüğü, ülkemizi yıkıma sürükleyen emperyalist ve kapitalist kuşatmanın köklerinin nerelere kadar uzandığı, Çıkrıklar Durunca dikkatle okunduğunda, açıkça ortaya çıkacaktır.

ÖNCEKİ HABER

Bu yanlıştan dönün

SONRAKİ HABER

Her başlangıçta yeni bir anlam vardır

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...