03 Eylül 2016 10:51

Bu karanlıktan çıkışın anahtarı; BARIŞ 

Caddede yürürken birden başlayan patlama sesleriyle, elindeki kâğıdı kafasına korunak olarak tutan adamın çaresizliğindeydi bu kez savaşın izleri…

Paylaş

Fatma KESKİNTİMUR
İki yıl önce Suruç’ta, Kobanê sınırına bakan bir tepeden evlerinin top atışlarıyla yıkılışını ve sevdiklerinin belki de o ateş altında can veriyor olma ihtimalini izleyen Kobanêlilere bakıp, “Savaş, böyle bir şey” demiştim. 
Aylar önce Kilis’te, her gün IŞİD’in attığı roketatar mermilerinin birilerinin hayatına düştüğü günlerde, şehrin meydanında otururken tanık olmuştum… Açıkta olmanın hiç tekin olmadığı bu şehir merkezinde, insanların bu kez kendilerinin ya da sevdiklerinin bulunduğu bir noktaya isabet etmesin diye dua ettiklerini gördüm. Caddede yürürken birden başlayan patlama sesleriyle, elindeki kâğıdı kafasına korunak olarak tutan adamın çaresizliğindeydi bu kez savaşın izleri… 
Bir yıl önce, kuşatıldığı gece rastgele taranan evlerinde gördüm Varto’nun savaşa tanıklığını… Delik deşik olmuş duvarlarına bakarken, önceki gece yaşadıklarını anlatıyordu insanlar: “Biz bu devlete ne yaptık?” Evinin yanarak düşen tavanından kurtulup oğlu ve kocasıyla yardım için caddeye çıkan kadının “Çıkar çıkmaz bir araç gelip ateş etmeye başladı” deyişinde gördüm… Ama en çok da oğlunun, annesine eklemek istediği sözlerini, titreyen çenesine hapseden korkusunda hissettim…
 

HALKLAR İÇİN YASAK OLAN, SİLAHLAR İÇİN SERBEST 
Antep’in yoksul mahallelerinden birinde, yardımlarla eve çevrilen bir barakada, her biri kucaklarında bebekleriyle, bir kızı ve iki geliniyle yaşamaya çalışan Suriyeli teyzenin anlattıklarıydı işte savaş. “Bunların kocaları öldü orada” diye girmişti söze, kendisinin neden yalnız olduğunu da, “Benim kocam da bombadan öldü” sözleriyle anlatmıştı. “Kim attı? Kimin bombası?” diye sorduğumda, cevabıyla çarptı savaşın gerçeğini yüzüme, “Ne fark eder? Biri havadan bombalıyor, öbürü aşağıdan vuruyor. Ne fark eder, biz hep öldük işte!”
Savaşların çoğu yine başka savaşlarla çizilmiş sınırlara egemen olmak için yapılıyordu ama savaş sınır dinlemiyordu. Halklar için yasak olan, silahlar için serbest oluyor, başka başka ülkelerden savaşçılar getiriliyordu. Savaşanlar yetmiyor, savaşta egemen olmak için yeni caniler üretiliyordu. Her seferinde daha acımasız, her seferinde daha barbarca katliamlarla herkesin savaşa taraf olması isteniyordu. 
Şehirlerimizde patlamaya başladı bombalar. En sevdiklerimizi yitirdik, “barış” diye çıktıkları yollarda. Suruç, Diyarbakır, Ankara… 

HERKES BİLİYORDU YANI BAŞLARINDA BÜYÜYEN TEHLİKEYİ
Antep’in adı geçiyordu tüm katliam haberlerinde. Failleri ya burada örgütlenmiş ya da burada planlayarak gitmişlerdi meydanları kana bulamaya. IŞİD ile adı birlikte anılmasın diye talimatlar geliyordu Antepli gazetecilere. Vali, “imajımız bozulur” kaygısıyla, tek haber kaynağının kendisi olmasını istiyor ama aslında bu şehrin çok daha tehlikeli sonuçları yaşamak zorunda kalabileceği gerçeği gizleniyordu. Oysa Antep’te yaşayan herkes biliyordu, yanı başlarında büyüyen tehlikeyi. Hemen her mahallede IŞİD’e katılan çocuk ve gençlerden bahsediliyor, hemen her mahallede kadınlar, çocuklarını nasıl koruyabileceğini tartışıyordu. Fakat giderek hâkim olan muhafazakârlık, bizzat iktidar tarafından dini argümanlarla dizayn edilen yaşam alanları, bu katil çeteler için uygun zemini inşa etmeye devam ediyordu.
 

BARBARLIK YOKSUL BİR KÜRT MAHALLESİNDE 
Sonra siren sesleri duyuldu, herkes beklenenin nerede olduğunu sordu birbirine. Onlarca ambulansın acı çığlığıyla irkilen mahalle Beybahçe olmuştu. Barbarlık, yoksul bir Kürt mahallesinde zorlamıştı sınırları. Mahalle arasında bir kına gecesinde patlamıştı bu kez bomba, allı yeşilli elbiseler bulandı kana. Kürt çocukları öldü, Türk çocukları öldü… Savaştan kaçıp gelmiş Suriyeli çocuklar öldü… “Patlatan da çocuk olabilir” diyordu yetkililer… Belki de yaşamdan koparılıp savaşa adanmış küçük bir bedendi, başı gövdesinden ayrılmış bebekleri anaların kucağına veren… Savaş, bu kadar acımasızdı işte. Ve şimdi hepimizin orada olma ihtimali olan bir sokak düğününde göstermişti çirkin yüzünü.
Bir çocuktan bomba yaratan caniler kadar suçluydu onlara bu zemini hazırlayanlar da. Suriye ve tüm Ortadoğu’da kendi paylaşım savaşlarını yönetenlerle, onların emperyalist politikalarına yedeklenip payına düşeni büyütmeye çalışanlar da suçluydu işte. Suriye’de ilk günden beri savaşı kışkırtarak, cihatçı çetelere sağladığı yardımlarla çatışmayı derinleştiren politikalar, nasıl ayrı düşünülebilirdi ki bu çetelerin yaptığı katliamlardan! Kendi tekçi iktidarı için içeride de başlatılan savaşa; Cizre’de, Sur’da, Silopi’de onlarca sivilin ölümüne sebep de bu politikalar değil miydi? Yaratılan savaş karanlığında her muhalif ses boğmaya çalışırken, emekten, demokrasiden, özgürlükten yana kim varsa düşman ilan edilmemiş miydi? 
 

AKAN KAN NASIL DURACAK? 
Savaşın sesi yükseldikçe, başka her ses boğuluyor, her talep görünmez oluyor. İçerideki savaş, dışarıda da kırmızı çizgiler çizdiriyor; egemenlik hesaplarını, halkların ve mezheplerin karşı karşıya geldiği, daha çok kanın aktığı bir ortama inşa ediyorlar. 15 Temmuz’dan da ders çıkarmayan hükümet, tekçi ve savaşçı politikalarını “milli cephe” kılıfıyla sürdürmekte kararlı olduğunu gösteriyor.
Tüm bu toz duman içinde adı “Barış” olan bir günün önemi daha da artıyor, umudunu kaybetmeyenler için. 77 yıl önce ilan edilen 1 Eylül Dünya Barış Günü, bugün eşit ve birlikte yaşama, kardeşliğe, özgürlük ve demokrasiye, laikliğe; bütün bunlar için olmazsa olmaz barışa duyulan özlemle, daha da anlam kazanıyor bu topraklarda. Akan kanın durması, ancak barışa inanan tüm güçlerin birlikte mücadelesiyle mümkün olacak. Savaş varsa, duyulan yalnızca silahların sesidir. Bizim birleştikçe yükselen sesimiz, “barış” demeye devam ettikçe, bu karanlıktan çıkışın anahtarı olacak. 
 

ÖNCEKİ HABER

Biz ne zaman bu kadar ayrıştık?

SONRAKİ HABER

Bütün bunlar olurken siz ne yapıyordunuz?

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...