AKP hukuka başvurmazsa darbeyle mücadele edemez
15 Temmuz darbe girişimine gelinen süreci, darbe girişimi sonrası Hükümetin girdiği yönelimi ve OHAL kararını, Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu ile konuştuk.

Serpil İLGÜN
15 Temmuz darbe girişiminin nasıl gerçekleştiği, bu çapta bir darbe girişimini Cumhurbaşkanının eniştesinden, Başbakanın yakınlarından öğrenmesi, MİT ve Genelkurmay başkanlarının görevlerine devam edip etmeyeceği… İlan edilen OHAL, gözaltı süresinin 30 güne çıkarılmasını, yüzlerce sağlık ve eğitim kurumunun kapatılmasını öngören ilk Kanun Hükmünde Kararname ve parlamenter sistemin darbeler ürettiği, dolayısıyla başkanlık sistemine geçilmesinin zorunlu olduğu yönünde AKP cephesinden verilen “ince” mesajlar…
15 Temmuz darbe girişimine gelinen süreci, darbe girişimi sonrası AKP Hükümeti’nin girdiği yönelimi ve OHAL kararını, Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Anayasa Kürsüsü Anabilim Dalı Başkanı, Birgün gazetesi yazarı Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu ile konuştuk.
‘Darbe girişimine nasıl gelindi?’ sorusunu irdelediğiniz yazınızda, 15 Temmuz’un son dönemdeki darbe halkalarından biri olduğunu söylüyorsunuz. Açar mısınız, nedir o halkalar ve 15 Temmuz nerede duruyor?
Osmanlı’dan bu yana Türkiye’nin tarihine baktığımızda başarılı olan ve başarısızlığa uğrayan darbeler olduğunu görüyoruz. 15 Temmuz darbe girişimi, başarısızlar içerisinde en büyük tahribatı yapan bir darbe. İttihat ve Terraki’den bu yana darbeler genellikle hep sol, demokrat, çağdaş kesimlere karşı yapıldı, en azından böyle gerekçeler kullanıldı. 15 Temmuz ise iki bakımdan çok farklı. Kimler yaptı 15 Temmuz’u? İşte iktidara güvenecek olursak Fettullah Gülen Örgütü isimli bir cemaat örgütlenmesi yaptı. Cemaat kendini sosyal İslam olarak nitelendiriliyor, darbe yaptığı AKP siyasal İslam diyor ama fark etmiyor, ikisi de aslında aynı.
İşaret ettiğiniz benzeşme nedeniyle Cemaate yönelik operasyonların AKP tabanında rahatsızlıklar yarattığı, ‘aynı secdeye baş koyanların’ bu derece sert bir kavgaya girmesinin hoş karşılanmadığı vs söyleniyordu...
Evet, çünkü aynı kültür. Fettullah Gülen daha birkaç yıl öncesine kadar büyük İslam bilginiydi. Burada bizi ilgilendiren üç İslam var. Bir, dar anlamda imam hatip temeline dayanan AKP İslamı. İki, Cemaat İslamı. Üç, DAİŞ İslamı. Nereye gelindi? Dikkat edin Cemaat İslamı, AKP İslamı’na karşı Cumhurbaşkanı’nı öldürme eşiğine geldi. Bu hiç olmamıştı tarihimizde. Diğer yandan, 15 Temmuz gecesi Fettullahçılar, “Türkiye Müslüman olmadığı için biz bu idareyi ele alalım” demediler.
Ne dediler?
“Bunları atalım, yönetimi biz alalım” diye bu darbeyi yaptılar. Yani Fetullahçılar camileri falan özgürleştirmek için bu darbeyi yapmadılar. Camiler zaten serbest. Aralarındaki farklar vs tartışılabilir, biri kendine sivil toplum örgütü diyor ki hatırlayacak olursak bir zamanlar Cemaate sivil toplum demediğiniz zaman demokrat olmuyordunuz. Cemaatlerin kuşkusuz dolaylı yollardan yönetimler üzerinde dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de etkisi olabilir, daha önceleri de vardı, kimi Nakşibendileri öne çıkarırdı, kimisi Süleymancıları, kimi Menzilcileri... AKP de Gülencileri öne çıkardı. Evet, Gülenciler çok daha önce filizlenmişler devlet içinde. Fakat AK Parti döneminde büyük bir ortaklık oldu. 28 Şubat olsun, diğerleri olsun bunları temizlemek için çaba sarf etti ama AKP tam tersine diğer unsurları temizlemek ve Fetullahçıları içselleştirmek için çaba sarf etti. Üniversiteler, bakanlıklar, yargı, vilayetler paylaşıldı. Bunu da en açık ifadeyle zamanın Başbakanı olarak Erdoğan söyledi, “Ne istediniz de vermedik” dedi. İşte 2002-2012 yılları arasında en güzel günlerini yaşayan bu ortaklıkta daha sonra çatlamalar yaşanmaya başlandı. 17/25 Aralık süreciyle birlikte 2014’te iyice savaşa döndü.
Bu da ‘darbeler dönemi’ olarak adlandırdığınız sürecin önünü daha mı açmış oldu?
Evet. Darbeler halkasının birincisi, AKP’nin hukuk darbesi yoluyla, ittifakla yaptığı darbe dönemidir. Fakat önce şu noktayı kesin olarak ortaya koymak gerek; çarpışan tarafların ne biri, ne diğeri dünyevi değil. Laiklik demek, dünyeviliktir. Dünyevilikte ölçüt liyakattır, toplumun ihtiyaçlarıdır, farklı görüşteki insanların bir sorunu çözüm için ortaya getirdikleri önerilerdir. Yoksa ölçüt, hangi imamın bilmem kime göre yaptığı yorum değildir. Bu ancak Anayasanın 24. Maddesi askıya alınarak yapılır. Yani devlet işlerine dini alet etmemek, devleti din kurallarına göre yönetmemek, devletin yönetimini kısmen de olsa dini verileri bir veri olarak almamak. 70. Maddede de liyakat ilkesi belirtilir. Yani, birini örneğin hakim olarak alacaksınız, düzenlediğiniz sınavda yüz üzerinden 90 almasına rağmen onu geri gönderip görüşünüze yakın olanı almayacaksınız. Dolayısıyla bu dönemi, bir tür darbe başlangıcı dönemi, Türkiye’nin yönetiminde hukuk ve Anayasa dışı yönetim olarak adlandırıyorum.
İkinci halkada ne oldu, Erdoğan Cumhurbaşkanı seçildiği zaman “Anayasayı askıya aldık” dedi. Bu da benim Anayasasızlaştırma, yumuşak hukuk darbesi dediğim darbe dönemi. Üçüncüsü de, 15 Temmuz gecesindeki silahlı darbe. İlk iki darbe olmasaydı, üçüncü darbe olmayacaktı. Dolayısıyla 2002-2014 dönemini çok iyi anlamamız gerekiyor.
Darbe girişimi sırasında ve sonrasında vatandaşların sokağa çağrılmasını, bunun camiler üzerinden yapılmasını ve konuyla ilgili açıklamaları ‘dünyevilik’ ilkesi bakımından nasıl değerlendirirsiniz?
Evet, daha Anayasal bir dil, daha dünyevi bir dil, devlet yönetimine uygun bir dil kullanmamız gerekirken, yine sürekli Allah’a, dine referans vermek, sokakta tekbir getirmeyi teşvik etmek gibi bir yönelime giriliyor. Bu AKP’nin başlıca zaafıdır ve bu zaafını eğer ikinci plana atıp hukuka başvurursa, o zaman darbeye karşı mücadele sürecine girmiştir diyebiliriz. Bunu yapmadığı sürece diyemeyiz.
Bu bir zaaf mı yoksa tercih mi?
Bizim gözümüzle zaaf. Şöyle zaaf; bu kendi yönüyle tercih ettiği bir yöntem olabilir, “Ben inançlı bir kişiyim, dolayısıyla Türkiye’yi inançlarım doğrultusunda yönetmek istiyorum” diye düşünebilir. Fakat şunu anlatmamızda yarar var, bugüne kadar yaptığınız büyük yaşamsal hatalar o bakış açıları sonucu oldu. Siz yine inançlı olun, mütedeyyin olun, buna kimse karışmıyor. Bu Anayasa size bu olanağı tanıyor ama lütfen şu farkı kavrayın; Kur’an ya da İncil kendi hakikatini beyan eder, Anayasa ise o kitapların beyan ettiği farklı hakikatler doğrultusunda inanç özgürlüğünü güvence altına alır. İkinci fark ise şudur; Anayasa, devlet ve toplumun yönetimi için yapılmıştır, dünyevi metindir. Kur’an ise inanca dair öbür dünyanın güvence altına alınması içindir. Bizimkilerin derin çelişkisi, bu farkı ortaya koyamamalarıdır. Benim bir yurttaş, artı bir Anayasa uzmanı olarak görevim şu uyarıyı yapmaktır: “Sayın Cumhurbaşkanı, Sayın Başbakan, Sayın Bakanlar Kurulu, lütfen bu ülkeyi hukuk yoluyla yönetin, din yoluyla yönetmeyin. Anayasaya saygılı olursanız, anayasasızlaştırmaya girmezsiniz hem o kısırdöngülü dinsel bakış açınızı aşmış olursunuz hem de alacağınız önlemler bundan böyle hukuk zemininde olur, dünyevi olur.”
Atlamamamız gereken bir diğer husus da, darbe girişimi gecesi camilerden yapılan çağrıların hukuki olmaması, ne dersiniz?
Evet, burası çok önemli. 15 Temmuz gecesi, insanlar zaten sokakta iken, taşkın biçimde çok geniş bir harekete başladıkları halde, genellikle yaptığı gibi, üzerine vazife olmadığı halde, anayasal yetkisini yine aşarak Diyanet İşleri Başkanlığı camilerden ezan okutarak kitleleri sokağa çağırttı. Sanki içerdeki kalkışmayı yapanlar ateistler, dine inanmayanlar imiş de, başarılı olurlarsa camileri kapatacakmış gibi bir hava yaratıldı. Dikkat edin, on yıl İslam adına, mezhep adına ittifak yaptığınız kesim size savaş açıyor ve siz ona karşı camileri kullanıyorsunuz. Bu birinci boyut. İki, 15 Temmuz gecesi sokağa çıkardığınız insanlar bir hafta boyunca tekbir getiriyor ve siz bu Gülen Cemaati ve terörist subaylarına “Müslüman Müslüman’ı öldürür mü?” diyorsunuz. Burada iki büyük zaaf var, sanki Gülenciler Müslüman değil de Hıristiyan olsaydı öldürme hakları olabilirmiş gibi bir hava yaratıyorsunuz. Öbür taraftan siz esasen hukuku, insani değeri öne almanız gerekirken referansınızı hâlâ din sınırları içinde tutuyorsunuz. Oysa devlet düzenimiz var, hepimizin dinsiz olduğunu varsayalım, o zaman bu öldürmeleri meşru mu sayacaktık?
‘15 TEMMUZ SONRASI TÜRKİYE’DE BU KEZ HUKUK DARBESİ YAŞANDI’
Hukuk zemininden ayrılmama uyarısını yapıyorsunuz ancak tablo ne yazık ki aksi yönü işaret ediyor. Darbecilerin dışında aralarında hakim ve savcıların da olduğu binlerce gözaltı, işten çıkarmalar, işkence görüntüleri…OHAL daha ilan edilmeden ilk dört günkü uygulamaları Anayasa ve hukuk açısından nasıl değerlendiriyorsunuz?
15 Temmuz’la 20 Temmuz arasındaki o dört günlük tabloyu darbenin dördüncü halkası olarak nitelendiriyorum. Bu bir hukuk darbesi. Çünkü evet, çok şükür o ahlaksız, o canice darbe girişimi büyük bir dayanışmayla önlendi. Fakat orada yeniden bir fiili duruma düştü Türkiye Cumhuriyeti. Misal, 1577 dekana bir anda istifa et diyemezsin, bir yamukluk yapmışsa hukuki işlem yaparsın. Ama bunlar hukuk dışıdır. O nedenle bizim işimiz, özellikle 21 Temmuz’daki OHAL ilanından sonra çok daha zorlaştı. Burada şunu da belirtmeliyim, ben İbrahim Kaboğlu olarak OHAL’e hemen karşı çıkmak yerine şunu söylüyorum; tamam madem ki sen “olağan hukuk düzeniyle gerekli önlemleri alamıyorum, daha etkili, daha çabuk önlem almalıyım” diyerek OHAL’i gerekçelendiriyorsun o halde lütfen Anayasa’nın 120. 121. ve 15. maddelerine, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin bütününe, BM’nin Türkiye tarafından kabul edilen belgelerine uy. Bu rejimin geçici olduğunu ve belirli bir amaçla getirildiğini hiçbir zaman gözden uzak tutma. Bu rejimin denetime açık olduğunu, bu rejimin de bir hukuk rejimi olduğunu dikkate al. Titizlikle uygula. Sana yardımcı da olalım, bugüne kadar hiç dinlemediniz muhalifleri, hep sizi alkışlayanları dinlediniz ve işte neredeyse yaşamından olacaktın; bir kere olsun uzmanları, sağduyu sahiplerini dinle ve hiç değilse bu OHAL’i hukuk çerçevesinde uygula. Türkiye’yi hukuk zemininde düze çıkaralım. Bu kayıtlar altında ben OHAL’e evet diyorum ama lütfen uy buna. Hemen ilk günden itibaren işte “Şunları askıya aldım, üç ay daha uzatırım” diye pazarlığa girme.
OHAL’in, ülkenin Kanun Hükmünde Kararnamelerle yönetilmesi, Meclisin bypass edilmesi, yapılan düzenlemelerin Anayasa Mahkemesince bile sorgulanamaz olması gibi oldukça sıkıntı yaratan boyutları var. Buna rağmen İbrahim Kaboğlu neden OHAL’e ‘olabilir’ diyor?
Önce şunu vurgulamak isterim; benim kanaatime göre OHAL’e ihtiyaç yoktu. Nasıl ki Türkiye’nin bugüne gelmesinde hukuk dışına, Anayasa dışına çıkılmasının, Anayasasızlaştırmanın payının belirleyici olduğuna inanıyorsam, aynı şekilde 15 Temmuz’dan itibaren Anayasal çerçeveye girilmesinin yeterli olduğunu düşünüyorum. Bu Türkiye’yi düzlüğe çıkarır. Ama yapmadılar. Dediler ki “OHAL ilan ediyoruz.” Çoğunluk kendilerinde, Anayasal yetki de var, OHAL Anayasal olarak meşru zemine oturtuldu. Tamam, ama bundan sonra hukuka inancı olan bir yurttaş olarak benim görevim, “O halde hukuk sınırları içinde davran” demektir. Bunun koşulları da şunlardır: Hükümete “KHK’lerle düzenlemeler yapacaksın ama KHK’lerle hak ve özgürlükleri düzenleyemezsin” diyorum. Anayasa Mahkemesi’ne, “Bunları denetleyebilirsin çünkü bireysel başvuru yoluyla sana gelecek” diyorum. Bunlar AİHM’den döner diyorum. Meclise de diyeceğim ki, “90’lar gibi yapma, KHK’yi hemen denetlemeye başla. Hükümet KHK düzenlemesi yaptığında CHP ve HDP desin ki, “Tamam beni çoğunluğunla bypass ettin ama şimdi bunları denetleyeyim, bu yetki bende var.” Eğer denetlettirmezse o zaman da dönüp hükümete, “Senin niyetin kötü” diyebilsin. Sıkıyönetim dönemlerinde bile görevlerine son verilen kamu görevlileri Danıştay kararlarıyla geri döndüler. Sen OHAL’de böyle sorgusuz sualsiz görevine son veremezsin.
Fakat hükümet daha yasal düzenleme yapılmadan görevlerine dönüş yolunu kapatacağını söyledi. Göreve dönmek bir yana emeklilik dahil, her tür sosyal haklarının da ellerinden alınacağı söyleniyor…
Yarın dönecek ama. Kaldı ki bir de şu var, biz insan hakları açısından mı bakacağız konuya yoksa kişisel öç açısından mı? Öyle olursa çoluk çocuğu varsa, eşi varsa, onları da cezalandırmış olmuyor muyuz? İlk çağ kabilelerine dönmüyor muyuz o zaman? Ama insan hakları açısından bakacaksan, tamam, “Seni müebbet hapse tabi tutuyorum çünkü Meclisi bombaladın. Ama senin evdeki eşin, çocuğun bundan etkilenmeyecek.” Çünkü suç ve cezalar şahsidir. Emekli maaşı kazanılmış haktır. Kazanılmış hakları geriye götüremezsin. İşte şimdi bence OHAL bize hukuku, insan haklarını savunanlara daha çok koz veriyor.
Nasıl?
Çünkü hükümetin eli hukuken güçlendi, etkili hale geldi ama hukuk dışı ve keyfi davranma alanı daraldı.
Ama temel kaygı da zaten Hükümetin bu yetkiyi hukuk dışı ve keyfi kullanması. Daha ilk günlerden işçi direnişlerinin veya Suruç katliamı anmasının engellenmesi gibi örnekler yaşandı. Darbe girişimi öncesinde de hüküm süren anti demokratik uygulamaların tavan yapacağına dair endişeler artmışken, OHAL insan haklarını savunanlara nasıl koz veriyor?
Şöyle, dediğiniz gibi iç güvenlik yasasından bu yana zaten çok şey yapmışlardı. Ama şimdi benim hukukçu olarak şu argümanı kullanmam lazım: “Sayın vali, sayın kaymakam, benim gösterimle, benim toplantımla darbe arasında bir ilişki yok. Benim toplantıma müsaade ettiğin ölçüde darbe önlenir. Dolayısıyla OHAL ilanıyla senin bu tasarrufun arasında uyum yok, çelişki var. Sen OHAL ilanının amacına, gerekçelerine ters bir karar veriyorsun. Ben seni şikayet edeceğim” gibi bir pozisyon almalıyız. Bu bakımdan insan hakları savunucularının da bilgilerini gözden geçirmeleri gerekiyor.
‘FİİLİ DURUMU KANIKSAMAMALIYIZ’
OHAL ilanı toplumda şöyle genel bir duyguyla karşılandı; ‘Ya zaten bir yıldır OHAL’i yaşamıyor muyuz? Kürt illerinde OHAL zaten aylardır fiili olarak uygulanıyordu. Ne fark edecek ki!’ Ne dersiniz bu yaklaşıma?
Bu yanlışa dikkat çekmeniz iyi oldu çünkü şunu kanıksamamamız gerekiyor; “Hukuk dışı da ülke yönetilir!” Hayır, bunu kanıksamamız gerekir. Bir saldırı olduğunda “Beş kişi ölmüş, iyi ki on değil” denmesi gibi. Hayır, bir kişi bile ölmemeli. Ya da darbeci de olsa işkence görmemeli. Hukuku her zaman öne çıkarmamız, fiili durumu kanıksamamamız gerekir.
OHAL’İN İLK UYGULAMALARI HEM ANAYASAYA HEM AVRUPA SÖZLEŞMESİNE AYKIRI
OHAL’in gözaltı süresini 30 güne çıkaran, yanı sıra binlerce okul, hastane, vakıf, sendika ve derneğin kapatılmasını öngören ilk KHK’sını nasıl değerlendirdiniz?
Öncelikle, 121. Maddenin son paragrafına göre OHAL KHK’leri için Anayasa’da iki koşul var. Birincisi, Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu kararıyla ve ikincisi, olağanüstü halin gerekli kıldığı konularda deniyor. Dolayısıyla, Bakanlar Kurulu 20 Temmuz akşamı, OHAL ilanı için toplanmıştı evet, peki ayrıca OHAL KHK için toplandı mı? Yoksa bürokratlar mı hazırladı KHK’yı? Ayrıca, KHK’da, Başbakan Yardımcısı Nurettin Canikli’nin beyanlarının aksine, “olağanüstü halin gerekli kıldığı konular”ın dışında birçok düzenleme ve yasaklama var...
Gözaltı süresinin 4 günden 30 güne çıkarılması gibi mi?
Evet, toplu suçlar için öngörülen “en çok dört gün içinde hakim önüne çıkarma” süresi, “olağanüstü halde uzatılabilir” deniyor Anayasa Madde 19/5’e göre. OHAL KHK ile bu süre 30 güne çıkarıldı, ancak bu süre ölçülü değildir, aşırıdır.
OHAL rejiminde uygulamaya giren Anayasa Madde 15’e aykırıdır. Çünkü bu maddede, “durumun gerektirdiği ölçü” kriteri öngörülüyor.
Özete, OHAL’in ilk uygulamaları, İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi’ne aykırı olduğu gibi Anayasa’ya da aykırıdır.
Meclis, muhalefet ne yapmalı?
TBMM’nin OHAL KHK’sını öncelikle gündemine alması gerekir. Genel olarak OHAL uygulamaları üzerinde yargısal başvuru yolları işletilmeli. Ek olarak, OHAL düzenlemeleri ve uygulamaları konusunda bilgi kirliliği yaratılmasına engel olmak gerekir.
SON BİR YILDA YAŞANANLAR İLE DARBE GİRİŞİMİ ARASINDAKİ BAĞLANTILAR ZAMAN İÇİNDE ORTAYA ÇIKACAK
15 Temmuz’a gelen yolun din, mezhep temelinde kurulan ittifak, anayasasızlaştırma, dinselleşme, liyakatın ortadan kaldırılması gibi uygulamalarla döşendiğini belirttiniz. Bu analizinizde, 7 Haziran seçim sonuçlarının tanınmaması, ardından Kürt sorununda yeniden dönülen savaş, artan antidemokratik uygulamalar nasıl bir yer tutuyor?
7 Haziran seçimleri sonrası, Cumhurbaşkanı ve müstafi hükümetin söylem ve eylemleri, “koalisyon hükümeti” kurulmaması yönünde oldu. AK Parti ve CHP kurmayları arasındaki uzun görüşmeler ardından, AK Parti temsilcisinin, “bunlar koalisyon (güç birliği) için değil, istikşafi (keşif) görüşmeler idi” sözleriyle “oyun” noktalandı. CHP Lideri Kılıçdaroğlu’na hükümeti kurma görevini vermeyen Cumhurbaşkanı ise Kılıçdaroğlu’nun “Külliye yolunu bilmediği” şeklinde bir gerekçe kullandı.
Şaka izlenimini yaratan bu ve benzeri tavırlar, Anayasa dışı idi. 20 Temmuz Suruç saldırısı bu süreçte yapıldı. IŞİD’in sahneye çıkması ve PKK’nin şiddete dönmesi eşzamanlılığı dikkat çekiyor. Kürt sorununu çözüm için “barış süreci”ni askıya alma iradesi de...
20 Temmuz 2015 ile 15 Temmuz 2016 arasında tanık olunan, şiddetin tırmanma ve yaygınlaşması ile anayasasızlaştırma süreci arasındaki ters orantı açık. Bu ortamla darbe girişimi arasındaki bağlantıların zaman içerisinde ortaya konma olasılığı az değil…
MEYDANLARA OYNUYORLAR
İdam meselesi de gündemden düşmüş değil. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “halkımızın talebini değerlendirmek zorundayız” pozisyonunu değiştirmedi. İdam yasasının, çıkarılsa bile, geriye doğru uygulanamayacağını biliyoruz. Ama bir hukukçu olarak idam tartışmalarını siz nasıl izliyorsunuz? Nedir buradaki esas mesele?
Hatırlarsanız daha birkaç yıl önce Erdoğan başbakanken MHP Lideri Bahçeli ile bir tür “ip dalaşı” yapmışlardı, “Öcalan’ı niye astın-asmadın, sen niye asmadın” üzerinden. Bu, Türkiye’nin siyasal aktörlerinin demokrasiyi özümsemediklerinin bir işaretidir. Bunun yansımasını burada da gördük. İdamın kaldırılması anayasal bir kazanım. Bunu hukuken geri getirmek, gerek Anayasa, gerek AİHS, İnsan hakları Avrupa Hukuku, BM hukuku açısından mümkün değil ya da çok zor. Ve evet, geri getirilse bile 15. Maddeye göre geriye dönük uygulanması mümkün değil. Savaş halinde bile bunu geçmişe uygulayamazsın. Yani Meclisi bombalayanlara da uygulayamazsın. Anayasa’yı tümden kaldırmamışsan tabii. Peki, bunun mümkün olmadığını siyasetçiler de bilmiyor mu, biliyor. Fakat politik söylemde bulunuyorlar. İki nedenle; bir, dediğim gibi yeterince demokrat değiller. İki, meydanlara oynuyorlar. Acaba amaçları, “İdam cezası getireceğiz” diye kitleleri harekete geçirerek, kendileri için getirmek istedikleri bir siyasal rejim için sahaları kazanma olmasın?
O yönde de kaygılar oldukça fazla. OHAL’le Türk tipi başkanlığın işletilmeye başlanacağı, bunun tek adam-tek parti rejiminin, dolayısıyla başkanlığın önünü daha da açacağı belirtiliyor.
Buna katılıyorum. Bunun payı var. Bu nedenle de tüm bunları soğukkanlı biçimde kitlelere anlatmaya çalışmamız lazım.
TÜRKİYE ÇOK CİDDİ BİR YOL AYRIMINDA
“İktidarın ‘Ergenekon ve Balyoz davalarında hata yaptık, kumpasa geldik’ savunmasının, yarın öbür gün bugün yapılanlar için de yaşanmayacağı ne malum” sorusu soruluyor. Bunu takip eden bir diğer soru da şu; Ordudan Milli Eğitime, yargıdan emniyete sayıları yüz bine yaklaşabileceği ön görülen görevden almaların yeri nasıl doldurulacak? Orduda dün hapse atılan Ergenekon ve Balyoz sanıklarının yeniden göreve çağrıldığı haberleri çıktı. Ancak ‘Bu boşluklar asıl olarak Erdoğan’a biat, parti referanslarıyla doldurulacak ve parti devleti daha da kemikleşecek’ görüşü hakim. Gözleminiz ne?
AKP’liler dün için “kandırıldık, kumpasa geldik” diyorsa, aynı hataya bugün düşmemeliler. Yani adil yargılanma hakkını esas almalılar. Diğer yandan evet, kurumlar bir anda boşaldı. Peki, onların yerine kimler konacak? Konurken liyakat ilkesi mi izlenecek, yoksa yine belirttiğiniz gibi çokça kulaklarımıza gelen, başka cemaatler, mesela bu defa Menzil cemaati, Nakşibendiler gibi bir cemaatin boşluğunu bir diğeri ile doldurma yoluna mı gidecek? Eğer bu yola gidilirse aynı şeyi yaşarız. O nedenle dikkat etmemiz gereken husus, hukuka uygun hareket etmektir. Türkiye çok ciddi bir yol ayrımında. Bu yol ayırımında muhalifler de süreci çok yakından izlemek durumundalar.
ŞİMDİ GENİŞ İTTİFAKLAR ZAMANI
15 Temmuz öncesi de ‘tek adam, tek parti’ gidişatına dikkat çeken demokrasi güçleri, ancak birlikte hareket edilirse diktatörlüğe gidişin önünün kesilebileceğini vurguluyordu. Bu yöndeki çabalar giderek somutlaşırken darbe girişimi geldi. Birlik çağrısının düne göre daha da yakıcılaştığı genel bir görüş, ancak yaşananlar toplumun bir kesiminde umutsuzluğa da yol açtı. Önce Demokrasi Girişimi’nin yürütücülerinden biri olarak, hem demokrasi güçlerine hem de endişe duyan, pasifize olduğunu hisseden kesimlere nasıl bir çağrı yaparsınız?
2016 Türkiye’si, bireysel etkinliklerin geride bırakılmasını ve birlikte girişimlerin öne çıkarılmasını gerekli kılan sorunlarla yüklü. Geçen on yıllar eleştirilse de, anayasal kurumların bu denli toplu çürüme ve çöküşü ilk kez oluyor. Devlet yönetiminde, hukuk ve liyakat yerine, “mezhep, cemaat ve tarikat” ilişkileri, bu denli belirleyici olmamıştı hiçbir dönemde...
Önce Demokrasi Girişimi, böyle bir ortamda Anayasa üzerine yaratılan bilgi kirliliği, yol ve yöntem kirliliği ile hedef kirliliği yerine, “doğru bilgi/ demokratik yol ve hukuk devleti/ haklar toplumu” ereğini öne çıkarmak için yola çıktı. Bizim dışımızda birçok girişim var. Şimdi, elden geldiğince geniş ittifaklar zamanı. Ayrıştırıcı yaklaşımlar geride bırakılırsa, insan hakları ve demokrasinin asgari gereklerini temellendirmede, “eşitlik, yurttaşlık ve dünyevilik” üçlüsü, birleştirici ölçüt olabilir. Bu erekte, hukuk ve liyakat ilkesi, ortak etkinliklerin etik temelleri olarak görülmelidir.
(Fotoğraflar: Erdost YILDIRIM)
Evrensel'i Takip Et