24 Temmuz 2016 04:00

Bu memleketi anlayamıyoruz Bay Tanpınar, sizin gibi...

Mahmut Çınar,  Ahmet Hamdi Tanpınar'ı yazdı.

Paylaş

Mahmut ÇINAR

Entelektüelin yalnızlığı, romantize edilmiş, gerçek olmayan bir olgu değil, bunu biliyoruz. Ama özellikle böyle günlerde, siyasetin hayatlarımızı elimizden aldığı, irademizi yerle yeksan ettiği zamanlarda bu yalnızlık büyüyor, dermansız kalıyor. Darbe ile diktatörlük arasında bir tercih yapması istenen, ancak bu tercihi yapmayacağını beyan eden, insan hayatını hiçe sayan her iki seçeneği de reddederek ilkelerine sarılan aydın, bizimki gibi toplumlarda büyük bir anlamsızlık/anlatılmazlık/anlaşılmazlık dünyasıyla karşılaşma riskini de göze alıyor. 

Bir biçimde Türkiyeli aydın, ülkenin, tarihin, toplumun çelişkilerini yaşıyor aslında. Biz henüz kim olduğumuzu anlamadan, “kimlerden” olduğumuzu soruyorlar çünkü bize. İlkelerimizi, hayallerimizi değil, kısa vadeli politik hesaplardaki pozisyonumuzu öğrenmek istiyorlar belli ki... 

Böyle durumlarda, çelişkilerimi cebime koyarak Tanpınar’a dönüyorum hep. Onun çok ilkeli, çok insancıl, çök özgürlükçü, çok demokrat olduğunu düşündüğümden falan değil; tam da bu çelişkiler ve anlaşılmazlıklar dünyasında, bir insan olarak, bir aydın olarak gerçek ve gerçekçi varlığının taşıdığı çelişkileri anlamaya çalışmak, onda Türkiye’nin küçük ve edebi bir betimini bulmak için. 

Düşünce dünyamızın, adı iddialı yaftalarla belki de en zor yan yana gelecek karakterlerinden Tanpınar. Buna rağmen onun için “en önemli aydınımız” nitelemesini yapacak olursam herhalde pek de fazla itiraz görmem. En önemli aydınımız zira her zaman o kadar aşikâr olmasa da bu coğrafyanın düşünce haritasının sınırlarını Doğu-Batı meselesi oluşturuyor ve bu ikiliğe bir ‘kimlik’ meselesi olarak kendisinden önce kimse onun derinliğiyle yaklaşamadı; dahası kendisinden sonraki tartışmalarda da aynı ruh haline pek fazla rastlanamadı. Tanpınar, iki medeniyetin düşünce dünyaları arasında sıkışmışlığı ve pek çok kez açıkça söylenmese de büyük çelişkisiyle Türkiyeli aydının trajik öyküsünün özeti gibi. Beş Şehir’in sonunda şöyle yazıyor: “En büyük meselemiz budur; maziyle nerede ve nasıl bağlanacağız; hepimiz bir şuur ve benlik buhranının çocuklarıyız; hepimiz Hamlet’ten daha keskin bir “olmak veya olmamak” davası içinde yaşıyoruz. Onu benimsedikçe hayatımıza ve eserlerimize daha yakından sahip olacağız. Belki de sadece aramak ve bütün kapıları çalmak kâfidir.”1 Bu şuur ve benlik buhranı işte onu Hilmi Yavuz’un söyleyişiyle “meselesi olan romancı” yapan. Batı’nın, ulaşılması gereken en yüksek ideal olarak benimsendiği ve toplumsal dinamiğin her yönüyle bu uğurda işe koşulduğu bir zamanda, dramatik bir değişimin tam ortasında, gözleri “gelecek mutlu günler”in parlaklığıyla kamaşmış bir topluma geride bırakılanı hatırlatmayı tercih etmiş, salt bunu yaparak içine düştüğü ve onu ölene dek terk etmeyecek olan yalnızlık duygusuna aslında kendi iradesiyle gömülmüştür.

Tanpınar’ın engin düşünce dünyasının temelinde, meselesinin de temelinde yatan şeyi buluruz aslında: Doğu’yu da Batı’yı da çok iyi tahlil etmiş ve her iki medeniyetin bilgi deryasından da kana kana içmiştir. Hem Doğu hem de Batı sanatını, mimarisini, edebiyatını ve musikisini oldukça iyi bilir. Üstelik bu iki uygarlık arasında tercihini de yapmış gibi görünür. Paul Dumont’un “Ahmet Hamdi’nin otoportresidir”2 dediği Beş Şehir’in önsözünde bu tercihi birçok yerde olduğu gibi açıklıkla dile getirir: “Her düşünen insanımız gibi, ben de hayatımızın değişmesi için sabırsızım. Daima hayranı olduğum yabancı bir romancının hemen hemen aynı şartlar içinde söylediği gibi ‘eski bir Garpçıyım’.”3

Tanpınar’la ilgili yargıya kolay varılabileceğini söylemek güç elbette. Bunun asıl nedeni, onun bir düşüncenin sabit neferi olduğunu kanıtlamanın zorluğu, hatta imkânsızlığı. Bir yerde eleştirdiğini, bir başka yerde göklere çıkartabilir; bu, onun kendi arada kalmışlığının bir sonucudur belki de. Onun özellikle Osmanlı İmparatorluğu’nun parlak günlerini, çoğu zaman ‘muhabbetle’ yâd etmesi, muhafazakârlar tarafından sahiplenilmesine neden olsa da, muhafazakâr kesimin Tanpınar sevgisi pek sağlıklı temeller üzerine oturmuyor. Örneğin Türkiye’de muhafazakârlığın Cumhuriyet dönemindeki ilk büyük uyanışı olan Demokrat Parti iktidarını deviren eden 27 Mayıs darbesini kendisinden beklenmeyecek bir coşkuyla karşılamıştır:

Demokrat idarenin macerası gerçekten korkunç ve ibret alıcı oldu (…) (27 Mayıs Darbesi için): Üniversiteye, matbuata, orduya ve Harbiye gençliğine, milli hayatın her sahasında kasteden bu teşebbüs, milletimizin on senedir yaşadığı faciaya kendi elleriyle tuttukları en sarahatli ışıktır (…) Bütün bu karışık ve sefil ruh hali ve bilhassa çalma ve hükmetme hırsları Demokrat idareyi dünyanın en zalim, kör ve sağır cihazı haline getirdi. Son devirleri ise gerçekten kıstırılmış bir yaban domuzu sürüsünün savletleriyle geçti. Öyle ki ordu imdadımıza yetişmeseydi Türk milletinin beli bir daha doğrulmazdı.4

27 Mayıs’ın kurbanları olan iktidar mensuplarına idam cezasını bile az gördüğü aynı yazıda, “Ağzı köpüklü Adnan Menderes, kin çıkını ve Anayasa hırsızı Celal Bayar…” gibi ifadeler kullanmaktan da çekinmez.

Tanpınar’ın bu arada kalmışlığını onun çelişkisi olarak okumak pek de yanlış olmayacaktır. Ancak onu “en önemli aydınımız” olarak addetmemizin nedeni gerçekte yine bu çelişkisidir zira o başlı başına bir çelişki olan bu ülkenin en önemli meselesini, kimlik buhranını bizzat içinde yaşamaktadır. Üstelik bu buhranın yarattığı gidiş gelişlerin de farkındadır. Ona göre bu ait olamama meselesi bu toplumun gerçek dramıdır: 

Tenkidin, bir yığın inkârın, tekrar kabul ve reddin, ümit ve hülyanın ve zaman zaman da gerçek hesabın ikliminde yaşadığımız bu macera, daha uzun zaman, yani her manasında verimli bir çalışmanın hayatımızı yeniden şekillendireceği güne kadar Türk cemiyetinin hakiki dramı olacaktır.5

Bugün eserleri daha büyük bir dikkatle okunuyor. Yaklaşık otuz yıldır onun her cümlesinden, her kelimesinden “bizim hikâyemiz”le ilgili anlamlar çıkarıyoruz. Kendinden sonra önemli yazarlar aynı mesele etrafında dönüp durmuş olsa da Tanpınar o meselenin tam ortasında bir huzursuzluk koltuğuna kurulmuş oturuyor ve bu ülkede “Ben kimim?” diye soran herkesin yolu bu koltuğun önünden en az bir kez geçiyor. 

1    Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir (On dokuzuncu Basım. İstanbul: YKY, 1991), s. 235.
2    Oğuz Demiralp, “A. Hamdi Tanpınar”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce - Cilt 3: Modernleşme ve Batıcılık (Üçüncü Basım. İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s. 30.
3    Tanpınar, 1991, s. 25.
4    Tanpınar, 2004, s. 104, 106.
5    Tanpınar, 1991, s. 23.

ÖNCEKİ HABER

‘Cudi’nin gözleri Cizre’ye bakar’

SONRAKİ HABER

Olaylar, olaylar ve ormanlar...

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...