12 Haziran 2016 06:33

Muhammed Ali’den son yumruk

Muhammed Ali’nin etrafında yaratılmak istenen imge savaşını cumhurbaşkanlığı kaybetti, Amerika kazandı!

Paylaş

Aydın ÇUBUKÇU

Clay adlı genç boksör, salt kendisinin uygulayabildiği ilginç tekniğiyle rakiplerini şaşkına çeviriyor, sinirlendiriyor, oyun düzenlerini bozuyor ve yumruğu tam zamanında ve tam yerine çakabiliyordu. Çok güçlü boksörlerden değildi, fakat kesin nakavt bölgelerine nokta isabetli vuruşlar yapmakta inanılmaz bir yeteneği vardı. Bunu rakibin başını döndüren bir dansın içinde yapabiliyordu. Sanki Şarlo’nun ünlü boksör filminde hakemin arkasına saklanarak dövüşen tipinin gerçekleşmiş hali gibiydi1. “Kelebek gibi uçarım, arı gibi sokarım” sloganı bu sinir bozan taktikten doğmuştu.
Hayatı da böyle geçti. Çevik eskivler ve fentler , şimşek gibi çakan aparkatlar ve direkler onun siyasal ve toplumsal misyon yüklendiğinde de hayatında devam eden özellikleri oldu.
İslamiyet’i seçtiğinde, Amerika’da siyah protesto ve direniş hareketi belirsizlikler içinde örgütlenmeye çalışıyor, tek hedef olarak ırk ayrımının kaldırılmasını görüyordu. Bunun aynı zamanda yalnızca Amerika için değil, bütün dünyada bir demokratik ayaklanmanın parçası olabileceği henüz görülmüyordu. Beyaz Adam’ın kötülüklerine karşı, onun dininden ayrılmak da eğilimlerden biriydi. Clay’ın, tereddütlerini yenmesine yardım eden başlıca etken o dönemde “Amerikan rüyası” denilen ve “demokrasi ve hürriyetin sembolü olarak Amerika” imgesi halinde yükseltilen kof binanın çökmeye başlamasıydı. Önce başkan J.F Kennedy,  ardından da kardeşi ve Adalet Bakanı ve yeni başkan adayı Robert Kennedy’nin öldürülmesi, siyahlar arasında, hak ve özgürlüklerin “İyi Beyaz Adam” eliyle gelemeyeceği düşüncesini yaygınlaştırmıştı. Güç kendi yumruklarındaydı!
En güçlü yumruğu temsil eden genç adamın saflarında olduğunun gösterilmesi büyük bir destek olacaktı ve oldu. Ali önce İslamiyet’i seçti, ardından da Vietnam savaşına katılmayı reddetti.
Tam da bütün dünyanın ‘68 fırtınasına doğru ilerlediği bu zamanda, Amerika her türden protest harekete kaynaklık eden olağanüstü bir hareketlilik içindeydi. Bir yandan “hippi” hareketi doğuyor, ABD’nin Vietnam’daki vahşeti saklanamaz hale geliyor, siyahi devrimci lider Malcolm X öldürülüyor ve Martin Luther King “Bir Hayalim Var” söyleviyle yeni bir dünya için müthiş etkili bir manifesto haykırıyordu. Muhammed Ali Clay, böyle bir dönemde Vietnam Savaşı’nı kınadığını ve askere gitmeyeceğini açıkladı.
O dönem bitti. Muhammed Ali Clay, yeri geldi Castro’yla yan yana görüldü, görev verildi Saddam Hüseyin’legörüştü… ABD’nin en insanlık düşmanı başkanlarından biri olan Ronald Reagan’ı da destekledi devrimci önder Malcolm X’i de… Necmeddin Erbakan’la sarmaş dolaş pozlar da verdi, Amerikan askerlerine moral vermek için açılan kampanyalarda da boy gösterdi… Afganistan’da “Barış Elçisi” rolünü de oynadı, İkiz Kuleler olayında “İslamiyet’in bu olmadığını anlatmak için” nutuklar da çekti…
Bir “halkla ilişkiler figürü” gibi kullanılmasından rahatsız olabilecek bir bilinci yoktu. O, kendisini propaganda malzemesi yapmak isteyenlerle karşılaştığında, galiba hep ringde dans eden temiz çocuk ruhuyla hinoğlu hinlikten hiç kuşkulanmadı. Belki de bunları, eskivle, fentle atlatılabilecek yumruklar gibi düşündü. Büküldü, kıvrıldı ve arada bir yumruğunu salladı. Sosyal ve siyasal hayatta isabetli yalnızca iki yumruğu vardır: Müslüman olması ve Vietnam’a gitmeyi reddetmesi… Âdet olduğu üzere, iyi yanlarıyla analım ve ölümünden sonrasına bakalım.

BUYURUN CENAZE NAMAZINA

Amerikan yönetimine güçlü ve sözü geçer bir lider olarak görünmek, eğer aranızda bazı sorunlar varsa, bunların çözümünde avantaj elde etmek için denenmesi gereken yollardan biridir. Tabii bunu yaparken, kendi ülkenizde de “Dünya Lideri” imajını güçlendireceğiniz düşünülmeli.
Bu bakımdan Muhammed Ali Clay’in ölüm haberi sarayda heyecanla karşılanmış olmalı. Zaten öldü ölecek diye beklendiğinden kapsamlı bir programın da hazırlanmış olduğu anlaşılıyor. Derhal sefer emri çıktı! Yandaş gazeteciler başta olmak üzere, Diyanet İşleri Başkanı ve hayli kalabalık bir “halkla ilişkiler” kadrosu, danışmanlar ve lobiciler, yaverler ve tabii abartılı bir koruma ordusundan kurulu sefer kolu yola düzüldü.

Yandaş medya sefer öncesi propagandaya başlamıştı. Haber Vaktim en umutlu olanıydı: “Dünyanın Gözü Erdoğan’da Olacak” manşetiyle, çıtayı en yüksek tutan oydu. Haberde, “Ünlü boksör Muhammed Ali’nin sözcüsü BobGunnell, cenazede Cumhurbaşkanı Erdoğan ile eski ABD Başkanı Bill Clinton’ın konuşma yapacağını söyledi” deniyordu.

Cumhurbaşkanlığı açıklamasında ise bu iddialı haberin heyecanlı beklentilerinden hayli uzak, ama resmi kesinlik taşıyan bilgiler vardı: “Perşembe günü merhum Muhammed Ali’nin cenaze namazına katılacak olan Sayın Cumhurbaşkanımız, ünlü boksör için Cuma günü düzenlenmesi planlanan anma ve uğurlama töreninde de hazır bulunacaktır. Sayın Cumhurbaşkanımızın, yakın geçmişte ABD’ye yerleşen Ahıska Türklerinin Louisville kentinde Perşembe akşamı verecekleri bir iftara da katılması öngörülmektedir.”

Resmi açıklama, belki de kimi aksi olasılıklar öngörülerek, basına sızdırılmış propaganda temalarına yer vermemişti.
Nihayet cenaze töreni yapıldı. Biletleri parayla satılan törende, Erdoğan dünyanın gözleri üstündeyken bir konuşma yapamadı. “Aile” izin vermemişti! Üstelik incelikle planlanmış olan “Kâbe örtüsü örtme” ritüeli de, “biz sonra koyarız, sen onu bırak” denilerek engellenmişti. Bir de, kendisinin ve Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in Kuran-ı Kerim okuma isteği de geri çevrilmişti.

Senaryoyu özetleyelim:
1. Muhammed Ali’nin cenaze töreninde, önce biri Cumhurbaşkanı olmak üzere iki büyük Türk tarafından Kuran okunacak! (Mektepteyken Erdoğan’ın hocaları tarafından “Kuran bülbülü” olarak adlandırıldığını anlatan TRT dizisini hatırlayalım.)  
2. Önceden hazırlanmış ve bir kısmı basına zaten el altından verilmiş olan, dünyanın nefesini keserek dinleyeceği bir konuşma yapılacak!
3. Muhammed Ali’nin tabutu üzerine Kâbe Örtüsü örtülecek!
Böylece görsel ve sesli olarak hazırlanmış müthiş bir propaganda malzemesi elde edilecek, her şey yolunda giderse, cenaze töreni tam bir Erdoğan şovuna dönüşecek ve konuşma yapmak için daha önce adları ilan edilmiş Ürdün Kralı ve eski ABD başkanı Clinton gibi diğer “büyük” konuklar silinip gideceklerdi. Başta AA olmak üzere yandaş medyanın en büyük topları bu tarihi anı tespit etmek ve “Dünya Lideri’nin azametini göstermek için hazırdı. Hatta manşetler bile düşünülmüş, haberin taslak mizanpajı bile teknik servislere sipariş edilmişti. Anında baskıya geçebilir haldeyiz, Reis! Televizyonlar zaten canlı verecek, yorumcular da ayarlandı!
Fakat hiçbiri olmadı! Daha uyanık ve sözü ve parası geçen bir başkası taş koydu belki, belki yalnızca ailenin tercihi böyleydi, belki organizatör Türkler kendi kendilerine çalıp oynamışlardı! Bilemeyiz, ama resmi programda açıklanan “Ahıska Türkleri ile iftar” haricinde hiçbiri olmadı!
Belli ki, ortada büyük bir öngörüsüzlük, organizasyon bozukluğu ve “istihbarat zaafı” vardı.
Protokol gereği, cumhurbaşkanlarının yurtdışı gezilerinin ön çalışması ve gerekli temasların ayarlanması, ziyaretin yapılacağı ülkenin kurumlarıyla birlikte program oluşturulması ve onaylanması, Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılır. Sürpriz yoktur, hayal yoktur, “hele bi gidelim şunu da yaparız, bunu da görürüz” gibi laubalilikler olmaz.

BİR CENAZENİN SİMGE OLARAK DEĞERİ

Bu senaryoyu yazanlar öncelikle bilmeliydiler ki, Muhammed Ali bir Amerikalıdır ve Amerikan halkının tümü için bir simge olarak yaşaması istenecektir. Bir Müslüman ya da bir protestocu olarak değil, ama daha çok, “Amerikan Rüyası”nın bir simgesi olarak, “sıfırdan gelip büyük şampiyon olmanın”, yani bir “fırsatlar ülkesi olan Amerika’nın” gerçekleşmiş hali olarak gösterilmeliydi. Amerika bunu isterdi! Cenazede, her dinden temsilci vardı. Oysa Cumhurbaşkanlığının senaryosunda, onu İslam Ümmetinin bir simgesi olarak gömmek hayali vardı.
Sonuçta Muhammed Ali’nin etrafında yaratılmak istenen imge savaşını cumhurbaşkanlığı kaybetti, Amerika kazandı! Erdoğan programını iptal ederek, cenaze törenine de katılmadan, erkenden memlekete geri geldi.
Şimdi bu büyük fiyaskonun faturasının kime kesileceğinin tartışıldığından kuşku duyulamaz. En yakın olağan şüpheli FETÖ’dür. Sonra Obama gelmeli. Bir diğer şüpheli, kesinlikle “Faiz Lobisi” olacaktır. MOSSAD’ın dâhil olmaması düşünülemez. Son soykırım oylamasını organize eden Alman Ekolü’nü de mutlaka hesaba katmak gerekir. Amerikan Ermeni Lobisi, PKK-PYD-HDP parmağı olmazsa olmaz. Bir ucundan Kılıçdaroğlu da listeye eklenmeli.
Bu yazıyı yazarken, henüz yandaş medyanın manşetlerini, haberlerini ve yorumlarını görmem mümkün değildi. Ama cumartesi günü bu gazetelere bakmış olanlar, yeni bir senaryo düzmenin, kendilerinden başka herkesi ve her koşulu suçlamanın telaşıyla neler saçmaladılar, siz okumuş olacaksınız.
Bana sorarsanız, onun cesedinden son bir yumruk çıkarmayı akıl edenler, bunun beceriksiz ve hayalci senaristlere inmesini başardılar.

(1) https://youtu.be/IxWhaFrBz64
 (2) Eğilerek, bükülerek yumrukları savuşturma…

ÖNCEKİ HABER

Cerattepe’de bilirkişi sorunu

SONRAKİ HABER

‘Harap’ edilmiş sözcükler

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa