04 Haziran 2016 11:03

Öğrenmenin aracı olarak okumak

“Okumak” sözcüğünün dokuz farklı sözlük anlamı olduğunu ilk anda tahmin edemeyiz değil mi?

Paylaş

Cevriye AYDIN

“Okumak” sözcüğünün dokuz farklı sözlük anlamı olduğunu ilk anda tahmin edemeyiz değil mi? Ama en genel anlamıyla ‘okumak’; anlamak ve öğrenmek eylemleriyle yakından ilgili bir kavram olarak göze çarpıyor. 
Okumak, eğitim/ öğrenim görmek anlamına da geliyor. Eğitim/ öğrenim denilince okuldan söz etmemek olmaz. ‘Okul’un tarihi hayli eskilere uzanıyor. İlkçağ’ın en eski devirlerinde tapınaklarda çalışacak din adamlarını yetiştirecek okullar varmış. Ünlü kadın şair Sapho’nun Midilli Adasında, yalnız kızlar için okul açtığını biliyoruz. İ.Ö. 5. yüzyılda Atina okullarında şiir, müzik ve jimnastik eğitimi yapılmış. İ.Ö 3. yüzyılda Roma’da ilk defa dilbilgisi okulları açılmış. Hatta bu devirde her ‘özgür’ Romalının evindeki çocukların bilgili bir köle tarafından eğitildiği, böylece her evin bir ‘okul’ olduğu söylenir. Roma’da İ.S. 69-70 yıllarında halka açık okulların, daha sonra felsefe okullarının; Çiçero devrinde de Latince öğreten okulların açıldığını öğreniyoruz. Batıda üniversitenin kilisenin içinden çıktığı, İslam coğrafyasında da benzer bir şekilde camilerin külliyelerinden başlayan din eğitiminin 11. yüzyıldan itibaren medreselerde din dışı alanlara ve bilime yöneldiği  bilinir. 
Kitlesel eğitim esas olarak ulus-devlet ve kapitalizmle gündeme gelmiştir. Sanayi üretimine çekilen kitlesel nüfusun çalışmasından azami faydayı ve kârı sağlayabilmek ve üretilen envai çeşit malın tüketimini garantilemek gerekiyordu. Bunun gerektirdiği bilgi ve alışkanlığı edinebilmesi için, bu kitlesel nüfusun günlük hayatını aynı tempo içinde yürütebilmesi, makine başında işini yapabilmesi ve üretilenleri tüketebilmesi için -en az bunun gerektirdiği kadar- eğitilmesi, okuma-yazma bilmesi ihtiyaç olunca, okullaşma 18-19. yüzyıllarda artmış ve belli standartlara ulaşmıştır. 

ATEŞ ÇALINDI
Söze anlamanın ve öğrenmenin aracı olarak “okumak”tan başlamıştık. Tarihte kısa bir gezinti, bize ‘okuma’nın, ‘öğrenme’nin, ‘bilme’nin, içinde yaşanılan dönemin tarihsel bağlamıyla, üretim ilişkileriyle nasıl iç içe olduğunu gösterdi. Toplumsal üretimin niteliği değiştikçe, onun tarafından belirlenen sosyal ve kamusal ihtiyaca bağlı olarak süreç içinde eğitim ve öğretim de daha yaygın ve kamusal bir nitelik kazanmış; alt tabaka, işçi sınıfı ve emekçiler de üretici ve tüketici konumlarının gerektirdiği ölçüde en azından okuma-yazma  ya da ilköğretim düzeyinde bir eğitim imkanı bulmuştur. Süreç içinde oranı, kapsayıcılığı değişse de özellikle sanayi üretiminde istihdam edilen işçiler için mesleki-teknik eğitimin “şart” olduğu bir durum söz konusu olmuştur. 

İşte bu zorunluluk, kapitalizmin ihtiyacı doğrultusunda karşımıza çıksa da, bilgiye ulaşmanın yolunu öğrenen işçi-emekçi ve yoksula, bunu kendi sınıf çıkarları için kullanma yolunu da açmış oldu. Dolayısıyla kendi bireysel/ sınıfsal eğitiminin içeriğini belirleme olanağına kavuştu. İşçi sınıfı ve emekçilerin kendi sınıf çıkarları doğrultusunda aydınlanma ve aydınlatma bilincinin gelişme düzeyi, ülkeye, döneme ve koşullara göre farklılık göstermiştir. Ama en azından “ateşi çalmış”tır... 
Aslında proletaryanın kadın ve erkeklerinin, gençlerinin ve çocuklarının “okuma” ile kurdukları kişisel ilişki esas olarak bir sınıf ilişkisidir. “Çaldıkları ateşi”, sınıf bilincini tutuşturmak için kitlelere yaymak, edindikleri bilgiyi ortaklaştırmak, paylaşmak, bir sınıf tutumu olmuştur. Ama bundan daha baskın olan durum, işçi ve emekçi sınıfın kadın, erkek, genç ve hatta çocuk üyelerinin ‘okuma’ya  ve ‘aydınlanma’ya pek vakitlerinin kalmadığı gerçeğidir. Çünkü üretim ve bir sonraki güne hazırlanmak neredeyse uyku dışındaki zamanın tamamını alır. Hatta hem işyerinde hem evde çalışan işçi emekçi kadınlar için, bu çifte vardiyadan, uykuya bile yeterli süre kalmaz. Bu nedenle de işçi-emekçi ve bilhassa emekçi kadın, kendi durumunun bilincine erecek, sömürüldüğünün farkına varacak kadar dahi iş yığını labirentinden kafasını kaldırıp da düşünecek fırsat ve ortamı bulamaz. Ama bu arada sürekli, kitle iletişim araçlarından beynine ulaşan egemen sınıfın bakışı, dili, kültürü, söylemi, farkında olmadan onun kendi görüşü, bakışı, fikri ve zikri haline gelir. Bu durumu herhangi bir itki, herhangi bir farklı uyanışla sorgulamadığı müddetçe daima cahil kalır ve daima kolay yönetilir. Yaşam koşullarına itiraz ne haddi, ne de işi olmaz! Çokça söylendiği gibi, kendi kirasını ödeyemez, karnını doyuramaz ama saraylara, israflara alkış tutar! Kendi yöneticilerini seçtiği yanılsaması içinde her seçim döneminde kitlesel bir uyum içinde bu şartların devamına gönüllü olarak oy verir. Bu şartların devamını bazen egemenlerden daha canhıraş bir şekilde egemenlerin jargonu ve tezleriyle savunan cahil ve yoksul yığınlar, cahil ve yoksulluğa itiraz etmedikleri müddetçe,  kendilerinin tek tek insani vasıflarını “sıfırlayıp” onları sürü haline getiren bu sömürü düzeninin en sağlam dayanakları haline gelirler. Ayrıca bu vahşi sömürü sisteminin en hızlı “aklayıcıları”, en güvenilir meşruiyet üreticileri haline çoktan gelmişlerdir. Kendi günlük emeğiyle, saatlerce çalışarak döktüğü alın teriyle bir gününü bile finanse edecek ücret elde edemeyenler, inanılmaz bir bilinç çarpıklığı içinde bu ahlaksız sömürü çarkının en katıksız savunucuları haline gelir.  

SINIFIN BİLGİSİ GÜÇTÜR
İşte bu somut olgulardan, göz önünde her gün yeniden iman tazeleyen bu kitlesel yüzde 49,5’luk düzen savunuculuğundan çıkardığımız sonuç odur ki, burjuvazi ‘bilgi’yi, daha çok kazanmak ve daha iyi sömürmek için kullanır ve kullandırır. O, “iyi satıcı” olmayı başardığı sürece iktidarını ve sömürünün devamını en az onun kadar canla başla savunan bir emekçi kitlesini daima elinin altında tutabilir. 
Bilinçli, ‘okumuş’ işçi ise ‘bilgi’yi kollektif bir bilinç haline getirmek için paylaşır. Onun için bilgi çok kıymetlidir. Çünkü,  bilir ki, sınıf bilinci ve sınıfın bilgisi güçtür, kuvvettir. Eğer bu gücü milyonlarca üyesi olan bir sınıfta herkesle paylaşabilirsek, herkesin bilgisi ve bilinci haline getirebilirsek, o gücün gerçekleştiremeyeceği herhangi bir hayal düşünülemez. Hayal etmeye değer doğrusu! Bilmek ise yapabilmektir.  Çünkü, ne istediğimizi, neden istediğimizi, nasıl elde edeceğimizi, ne yapacağımızı, nasıl yapacağımızı biliyorsak ve bu bilgiyi aynı anda milyonlar biliyor ve paylaşıyorsa bu da muazzam bir özgüvendir. 
Eski dünya cehaletin sarsılmaz omuzlarında yaşarken,  yeni bir dünya ise, sürekli öğrenebilenlere, denemeye cesaret edenlere ve değiştirmeye gücü olanlara gülümser!  
Öyleyse durma: Öğren, dene, değiştir!


 

ÖNCEKİ HABER

Erkek Lisesi öğrencilerinden atamayla gelen müdüre protesto

SONRAKİ HABER

Tekstil işçiliğinden yazarlığa  AYSEL MENTEŞ

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa