08 Mayıs 2016 03:36

Faşizmin karanlığı, 9 Mayıs’ın şafağı

Savaş bittiğinde herkes 'bir daha asla' diyordu. Ama dünya bu cinnet haline bir daha yakalanmaz zannedenler fena halde yanıldılar.

Paylaş

Nuray SANCAR

360 bin üyesi olan ve dünya devriminin tetikleyicisi olarak görülen Almanya Komünist Partisi’nin 1932 Cumhurbaşkanlığı seçiminde aday gösterdiği Thalmann 5 milyon oy almıştı. Sosyal Demokrat Partinin de desteklediği general eskisi Hindenberg’in oyu 18.6 milyon, Hitler’inki ise 11.4 milyondu. Hitler’i bir yıl sonra şansölye ilan edecek olan Hindenberg’in seçilmesini kolaylaştırarak, olayların çorap söküğü gibi gelişmesindeki rolü yüzünden KPD,  sosyal demokratların “ehveni şer” politikasını çok eleştirecekti. 1932’de Altona’daki yürüyüşe saldırarak birçok komünist işçinin ölmesinin sorumlusu da sosyal demokrat yönetimdi.
SPD kendisini anayasal düzenin kurucu unsuru olarak görüyor, komünistlerin ona “sosyal faşist” demesinden rahatsızlık duyuyor; komünistler de 1923’teki Hamburg ayaklanmasında işçilerin karşısına dikilen SPD ile arasında oluşmuş tarihsel barikatı görmezlikten gelemiyordu. Sendikalarda ve kitle örgütlerinde kök salmış bu iki güçlü parti Hitler adım adım iktidara gelirken birleşik bir halk cephesi oluşturamadılar. Bu birleşik cephe zamanında kurulsaydı tarihin akışı değişir miydi bilinmez. Ancak sonradan geriye dönüp bakanlar, bu suçlayıcı soru işaretini günümüze kalacak biçimde tarihin bir yerine nakşettiler.
Hitler, iktidara gelmesinin üzerinden birkaç ay geçmişken parlamenter düzenin dayanağı olan anayasayı tadil etti. Bundan böyle Alman halkını temsil eden tek parti Nazi partisi idi! Bir süre sonra yapılan plesibitte 43.5 milyon Alman seçmeninin 40.5 milyonu Hitler’in partisinin mutlak iktidarını selamlıyordu.*
Bütün kitle örgütleri, SDP dahil partiler kapatılmaya, üniversiteler teslim alınmaya, sendikalar dağıtılmaya başlandığında ilk toplama kampları çoktan inşa edilmişti bile. Üç yıl sonra Almanya, Avrupa’yı istila etmek için harekete geçti. Toplama kamplarında ve ikinci dünya savaşında yaklaşık 11 milyon insan ölecekti. 9 milyonluk Yahudi nüfusun üçte biri gaz odalarında katledilirken aynı yerlerden komünistler, muhalifler, Romanlar, eşcinseller, savaş tutsakları da geçecekti.
***
Toplama kamplarında yapılanlar o denli havsalaya sığmaz ki, faşizmi bir histerinin; iktidarı hasbelkader ele geçiren bir delinin cinnetinin sonucu olarak tarif etmeye yatkın tarih yazımları ortaya çıkmıştır. Bir cinnetten söz edilecekse eğer, o zaman, bu cinnet halini Alman devlet siyasetinin bütün kast ve fraksiyonlarının, ihtiyaç duydukları birliği, Hitler’in cisminde gerçekleştirmeye teşne olmalarında aramak gerekir. Sadece yoğun bir baskı ortamında yaşamaya başladıkları için değil, Hitler’in kendilerine vadettiği refah ve ulusal onurun kurtuluşu adına plesibitte oylarının yüzde 90’ını Nazilere evet diyerek kullanan seçmenlerin de paylaştığı bir cinnet halidir bu.  
O ulusal onur ki, Birinci Dünya Savaşı’nın sonunda imzalanan Versay Anlaşmasında ayaklar altına alınmıştı. Almanya’yı borçlandıran (ilk büyük savaştan kalan bu borçlar 2010 yılında bitti), askeri varlığını sınırlayan, madenlerine el koyan, sanayisini denetleyen ve son derece başka aşağılayıcı maddelerle dolu anlaşma, 1. Dünya Savaşı’nı bitiren değil, yeni bir dünya savaşını başlatan anlaşma olarak görülür çoğu kez.
Hitler bir yandan Yahudi mallarını sermaye birikiminin dayanaklarından biri haline getirirken diğer yandan da Almanlara “ırkı arındırma” vaadi eşliğinde Yahudilere karşı nefret empoze ederek milliyetçiği kışkırtmıştı. Naziler iktidara gelir gelmez uyguladıkları kısmi refah programıyla 1929 krizinin açlık ve sefalete mahkûm ettiği yoksullar ve işsizlerin ağzına bir parmak bal da çaldı. Bu gözden gelinemez bir faktördür. Lümpen proletaryanın, küçük burjuvazinin Nazi saflarına katılması hem maddi hem de manevi teşviklerle ödüllendirilmiştir.
Hitler zamanındaki katliamları görmezlikten geldiği için suçlanan Alman halkının bir bölümü olan bitenden haberi olmadığını söyleyerek acı çekerken bir kısmı tıpkı bugünkü gibi, Hitler’in yaptığı otoyolların ve öteki kalkınma hamlelerinin nasıl büyüleyici bir etkisinin olduğundan söz edecekti.
Faşizm yükselişini, Almanya’nın bu türden iç ve dış politik koşullarına borçludur.

TAMAMLANMAMIŞ DEVRİMİN DİYETİ

Faşizm aynı zamanda yakın geçmişte başarıya ulaşamamış iki devrimci ayaklanmadan (1918 ve 1923) geçen işçi sınıfının ödediği diyettir de. Diğer yandan o zaman kendi iktidarlarını kurmak için işçilerin feyz aldığı sosyalist Sovyetler Birliği’ni ortadan kaldırmak, bütün Avrupa işçi ve emekçilerini Hitler’in önünde diz çöktürmek gibi bir hedefi de vardır Nazilerin. Ancak İtalya ve İspanya’daki “kardeş” faşizmlerin varlığının katkısı ve diğer ülkelerdeki monarşi artıkları ve muhafazakâr burjuvaziyle kurduğu ittifak Hitler’i amacına ulaştıramadı. Çünkü hem  uluslararası çelişkileri yöneten hem de Stalingrad’da Nazileri püskürten Sovyet halkı Hitler’in sonunu getirdi. Savaş sonrasında bu mücadelelerden Doğu Avrupa ülkelerinin çoğunda  halk demokrasileri doğdu.  
Savaş bittiğinde herkes “bir daha asla” diyordu. Ama dünya bu cinnet haline bir daha yakalanmaz zannedenler fena halde yanıldılar. Faşizmler yirminci yüzyıl boyunca hiç eksik olmadı. Bunların ve Nazilerin iktidara geliş ve yükselişinin tarihi; emekçilerin gecikmiş refleksinin neye mal olabileceğinin örneği olarak ibretlik bir vesika olarak önümüzde duruyor.
“Bundan daha kötüsü olamaz” diyerek bekleyenlerin, kendi politikalarının Nazileri içten çökerteceğini sananların, faşizme karşı birleşemeyen emekçilerin, demokrasinin kendi kendini müdafaa edebileceğini zannedenlerin ne kadar acı bir biçimde yanılabileceğinin göstergesidir bu vesika. Tarih bize, toplumu bir ur gibi yayılarak yıkıma uğratırken “sıradanlaşan kötülük”e alışmanın, daha büyük kötülükleri çağırdığını öğretir.
Bugün de geçmişi hatırlamanın gerektiği bir zamanda yaşıyoruz. Milli iradenin tecellisi olarak iktidara geldiğini iddia eden rövanşist bir partiden çıkan Cumhurbaşkanı, anayasal müeyyideleri tanımayarak kendi partisinin genel başkanını azletmiş bulunuyor. Bir yandan Ortadoğu’da çıkılamayan batak; diğer yandan Kürt sorununun şiddet yoluyla çözümünde duvara dayanmış olma hali; diğer yandan emekçilerin uğultusu işitilen itirazının dip akıntısı ve nihayet parçaların kontrolünün zorlandığı AKP koalisyonunun konsolide edilmesi ihtiyacı giderek daha cebri yöntemleri zincirlerinden boşaltıyor…
Ama faşizm varsa bir 9 Mayıs şafağı da vardır. O şafağı halkın birleşik mücadelesi getirmişti. Gene getirir. Yeter ki resmileşen ve sıradanlaşan kötülüğe kimse … kimse alışmasın.

* E. H. Carr, Komintern’in Alacakaranlığı, İletişim, 2010 s. 120-128

ÖNCEKİ HABER

AKP: Burjuva siyasetin krizi

SONRAKİ HABER

Adolf aslında iyi adamdı!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa