10 Nisan 2016 01:36

Ekmeğin olmadığı yerde ahlâk beklemek hata

Paylaş

Ayşen GÜVEN

Hava bahara teşne bu aralar! Tam içimiz açılsın diyoruz yakamızı bırakmıyor hayat. Biz de bir ayraç koyuyoruz araya. Kaldığın yere dönüp bak, atlama ama balkona da çıkmak lazım diyoruz kendimize. Bence bu vakitlerde koy ayracı git Semaver Kumpanya’da Cimri’yi seyret sayın okur ya da Vahşet Tanrısı var. Kronik Kolektif sahneye koyuyor. Balat sahile bakan Kadir Has sahnesinde hem de denize bakarsın. Hem Tansu Biçer tiyatroya dönmüş bu iki oyunla, memleketi yoluna koymaz ama nerelere baksan anahtarlar bulursun onları anlatır. Lafın kısası sayın okur oyunculuğuna yönetmenlik eklemişken Tansu Biçer’le Cimri ve Vahşet Tanrısı’nı masaya koyup halimize ordan baktık. İstanbul Film Festivali’nde Ulusal Yarışma jürisinde de olan oyuncuyla sinemanın kadim dertlerine de göz kırptık. Moliere’nin Cimri ile bıraktığı köşe taşlarına Biçer’in rehberliğiyle bir daha bastık. Bastık ki ekmeği olmayanın ahlâkını sorgulamak ayıpmış! Buyrun...

Tiyatroya verdiğin aradan sonra hem yönetmen hem de oyuncu olarak döndün. Şimdi nasıl hissediyorsun?
Bayağı iyi hissediyorum aslında (Gülüyor). Evet tiyatro lazım oyuncuya gibi bir yerdeyim. Ama tiyatro olmadan da hayat götürülemez mi? Götürülür. Dünyada bir çok oyuncu var böyle. Tiyatro deyince hiçbir şey hissetmiyorlar falan. Olabilir elbette. Yine de şunu söylemek isterim; sadece sinema yaptığım dönemde tiyatrodan getirdiğim rol alışkanlığı ya da disiplin beni ayakta tuttu. O anlamda, sinemayı uzun süre yaptıktan sonra tiyatroya dönünce, “heee falan” dedim. Bazı şeyler, yavaş yavaş değişmiş. Kaybetmek anlamında söylemiyorum ama değişmiş, bakış açım değişmiş, yaklaşımım değişmiş. Onları yeniden görüyor olmak hoşuma gidiyor. Bu süreç ikisi arasındaki farkı çok daha iyi idrak etmemi sağladı diyebilirim.

Farklarına dair yakaladıklarını bize de anlatır mısın?
Genelde “Bir farkı yok birinde büyük oynuyorsun, birinde küçük oynuyorsun” denir hep. Aslında açıklanamayan bir şeydi bu. Ben de anlamıyordum. Büyük oynamak ne ki küçük oynamak ne olsun? Ya da küçük oynamak ne oluyor da biz niye şimdi büyük oynuyoruz? Biz normal oynadığımızı düşünüyorduk aslında... Halbuki gerçekten bambaşka iki şey. Sadece malzemesi aynı ikisi de oyuncuyu kullanıyor ama anlatım araçları farklı.

Tiyatrocular sinema yapmak istemeyebiliyor...
Çünkü tiyatroda oyunun her şeyi onun üstünde, her şeyi onun anlatması gerekiyor dolayısıyla böyle bir alışkanlığı oluyor oyuncunun. Mekanı o tarif ediyor, zamanı o tarif ediyor, gece mi gündüz mü o yaşatıyor. Bütün atmosferi o kuruyor yani. Yoksa tiyatro nasıl boş bir sahnede sadece bir oyuncuyla yapılabilir ki? Dünya tiyatro tarihinde nice örnekler var. Meddah da bunlardan bir tanesi. Çıkıyor bir yazma bir baston; bir hikaye anlatıyor. Şimdi doğal olarak onu kameranın önüne koyduğun zaman, eee ama sen mekanı, ışığını, zamanı kurmuşsun, her şeyi kurmuşsun, adam o yükle geliyor. Tiyatro alışkanlığından gelen birinin, “şu an sadece ben anlatıyorum” yerine “şu an ben bütün bu anlatımın içinde bir aracım sadece” demesi çok zor. En temel fark burası bence. Tiyatroda bir evi bire bir kurmazsınız. Ama sinemada bire bir kuruluyor. Yani duvardaki çatlağından masadaki tuzluğun durduğu yere kadar hesaplanıyor... Tiyatroda seyirci karşısında bütün evi sen var ederken, sinemada geliyorsun, aa diyorsun bir sürü oyuncağım var. Tuzluğum var, masam var, perdelerim var. O rolün giyebileceği tüm kostümleri giyiyorum ve orada oturuyorum. Yemek sahnesi ise yemek yiyorum, o an tuza uzanmak istersem uzanabiliyorum, içerden ekmek getireceksem getiriyorum, pencereden dışarı bakacaksam dışarda bir şey görüyorum.

Semaver Kumpanya’da bir klasik daha yeniden sahnede. Cimri için çok kendine has bir yorumu olmuş diyebiliriz galiba?
Öyle olsun istedik tabii ama öyle oldu mu bilmiyorum. Çünkü temel şey, nereden bağlantı kuracağımızdı. Herkes diyor ki “Bu devirde Cimri mi olur?”

Peki o zaman bu soruyu ben de sormuş olayım, hatta açayım biraz; sizin prova sürecinize komşu olduğumuz için biraz şahitlik etmiş olduk. Gerçekten memleketin büyük belaya sardığı zamanın ortasında siz Cimri’yi çalışıyordunuz. Komedi oynanacak gibi gitgel oldu mu?
Asıl bu devirde oluyor. Cimri’de anlatılanlar bugün olan şeyden çok uzak değil. Ama şöyle bir şey var. Biz Cimri’ye bakarken komedi yapmak üzere yola çıkmadık. Çalışma sistemimizde o yoktu. Ben açıkçası bu kadar komik bulunacağını da düşünmüyordum. Bu tamamen oyunun kendi becerisi. Bütün gerçekliği versin ve gerekiyorsa ortam gerilecekse de gerilsin, millet de bunun sonunda çıkıp, “Bu ne ya böyle komedi mi olur?” diyecekse de desin düşüncesiyle yola çıktım. O yüzden de oyunun seyirciyle karşılaştıktan sonra ısınması biraz zaman aldı. Çünkü oyuncular da başlarına gelecek şeyin ne olduğu bilmiyordu. Hissim vardı tabi, ki benim için komikti gördüğüm şey.

Harpagon sence nasıl biri? Kötü mü?
Kötü diye kurmadık. Ama sonuçta yaptığı şeyler kötü mü kötü, doğru! Oysa adam kötülük yaptığını düşünmüyor. Yani Serkan oynarken öyle düşünmesin istedim. Çünkü öyle yaparsan, konuyu tartışamadan, karşımızdaki karakteri etiketleyip kenara kaldırmış oluyoruz. Sadece kötü deyip onu dövmek ya da onu aşağılamakla uğraşıyoruz. Bu iletişim demek değil. Bu o sorunu çözmüyor!

Diğer karakterler için de iyi denemez gibi geliyor?  
Evet, öyle olmalıydı. Karakterlerimiz için iyi ya da kötü ayrımı yapamasın istiyorum seyirci. Bunların hepsi iyi insan, bunlar bir şeyler istiyorlar ve bu isteğinin karşılığını alabilmek için de çaba sarf ediyorlar. Aynı bugün olduğu gibi. Bugün, Brecht “Önce ekmek, sonra ahlâk” demiş. Ekmeğin olmadığı yerde ahlâk beklemek hata. Ama bugün ne oluyor herkes ahlâksız oluyor bir anda.

Ahlâksızlık hiçbir yerde yok mu?
Olabilir. “Kardeşim hayatımda yaşamadığım kadar mutluyum bu kızı gördüğümde, bu kızla evlenmek istiyorum ve evlenemememin sebepleri...” Harpagon önce kızla evleneceğim, ondan sonra ahlâkımı düşüneceğim diyor aslında. Cléante de babasının parasını çalıyor. Baktığımızda Harpagon’dan daha mı doğru bir şey yapıyor? Hayır, hırsızlık yapıyor. Bayağı kendi babasının parasını çalıyor. Ama sonunda da diyor ki “Sen o kızı bana verirsen, parayı sana hiç dokunulmamış halde veririm”. Şimdi bir dakika, ne konuşuyoruz? Ama sen ezilendin, başından beri baban senin elinden kızı alıyordu, baban sana doğru düzgün para vermiyordu vs. Ama sana bakıyoruz; kusura bakma da kumar oynayıp para kazanıyorsun, oradan kazandığını da üstüne başına harcıyorsun. Kumar oynayıp, kazanıp bir üniversiteye gideceğim demiyorsun ki.

O AN SERKAN’A AŞIK OLMAMAK İÇİN HİÇBİR NEDEN YOKTU

Serkan Keskin nasıl bir Harpagon oldu sence? Hani karakteri sempatik kılma ve nefret ettirme çizigisini yakalarken jestleri ve mimikleriyle fantastik bir karaktere dönüşmüş gibi geldi bana.
Öyleyse ne güzel. Serkan zaten bu konularda yetenekli bir adam. O kiloludur falan ama hantal değildir, aksine çok elastiktir, çeviktir. Her zaman öyleydi zaten. Serkan’ın oyuncu duygusuyla alakalı bir şey. Hep çok yüksektir. Harpagon’u da böyle çıkarması o enerjiyle ilgili.

Sen de bir oyuncusun. Çalışırken yönetmenlikten oyunculuğa, Harpagon’a geçmek istediğin oldu mu?
Olmaz mı! Ama mümkün olduğunca ki bunu % 90-95 oranında başardığımı düşünüyorum, oynamak değil de anlatmak yolundan gittim. Bir oyuncu için “Bak böyle oynayacaksın” demeden rolü tarif etmek çok zor bir şey.  Ve sahnedeki de bilir ki; aşağıdaki bir oynar gıcık eder seni. “Biliyorum ben de bunu düşünüyorum. Ben de öyle yapmak istiyorum da olmuyor” dersin “Şu an o nasıl yapabiliyor” olur. Bunu deneyimlemiş biri olarak oyuncuların hiçbirine bunu yapmak istemedim. Kendi kendime başından itibaren dedim ki “Ben sadece tarif edeceğim. Belki bir cümleyi anlatmam 1 saat sürecek ama ben yine de tarif edeceğim, oynamayacağım”. Ve tarif etmeye başladım. Tarif ettikçe de edebilmeye başladım.
Muhtemelen kafanda roller dönüyordu.
Elbette o esnada ister istemez ona oynamıyorsun ama kafanda oynuyorsun. Bu da senin anlamanı sağlıyor. Çünkü oyuncu alışkanlığı, oynadıkça anlamak üzerine kuruludur. Ben de bunu avantaja dönüştürüp daha iyi tarif edebildim. Sonra bir gün o an kaybolurken, elimden kaçarken buldum kendimi. Oynayacak gibi olduğumda birden fark ettim ki Serkan’a oynayarak gösteremeyeceğim. Ve karşımdaki insan bana bakan kişi artık Serkan’dan ziyade Harpagon’du. “Böyle bir şeymiş” dedim kendime. “Sen biliyorsun işte” dedim. O da “evet” falan dedi. O an benim hissettiğim şeyi o da hissetti mi bilmiyorum. Onda başka şekilde tezahür etmiş olabilir. Birden Işıl Hoca (Kasapoğlu) ile yaşadıklarım aklıma geldi. O çalıştığı her oyuncuya gerçekten aşık olmuştur. O yüzden oğlum, kızımdan ziyade “sevgilim” der oyuncularına. İşte Serkan’la o anda Işıl Hoca’nın “sevgilim”ini anladım. Ona aşık olmamak için hiçbir neden yoktu o an.

DAYAK ATANLA DÖVÜLENİN BARIŞ İSTEMESİ ARASINDA FARK VAR

Vahşet Tanrısı “birlikte yaşama sanatı” üzerinde duruyor. Var mıdır mümkünü hâlâ?
Bilmiyorum. Ama olup olamayacağı konusunda genel bir yargı bildirmiyoruz aslında bunu soruyoruz. Mesela bir gün oyunda ayarlar bozuldu ve bayağı vahşi oldu. Öyle olunca da o oyundan çıkan biri için birlikte yaşama sanatı diye bir şey asla olamaz noktasına gelindi. Biz bunu demek istemedik. Ama o oyun çok mu yanlıştı dersen? İşin içinde burası da var derim.

Oyundaki iki çift üzerinden yan yana ya da karşı karşıya gelen şey ne?
Evet evli 2 çift var. Çocukları kavga etmiş. Olay da o zaten. İki çocuk kavga ediyor ve ebeveynler de bunu medenice çözeceklerini düşünüyor. Ve gerçekten çaba sarf ediyorlar. Bunun için adımlar atılıyor. Ama insanlar da dillerinin ucuna gelen şeyleri söylemek istiyor. Biri her şey konuşulabilmeli diyor diğeri konuşmaya ne gerek var ya dost olalım, yürüyelim gidelim diyor. Yani kol kırılır yen içinde kalır misali. Bu adam bunu temsil ediyor ve bu kadınla yan yana geldiğinde böyle olur demek istediğimiz bir şey yok. Biz daha ziyade insanların durumlar içerisindeki tavrıyla ilgilenmek istedik. Baktığımızda o oğlanlar kavga etmiş, doğru da iki babaya baktığımızda birinin oğlu dövmüş, birinin oğlu dayak yemiş. Buranın da çalıştığı yer var. Şimdi dayak yiyen çocuğun babası olarak barış istemekle dayak atan çocuğun babası olarak barış istemek arasında fark var. Biz bu da çıksın istedik.

SEYİRCİ NEYE GİDİYOR SORUSU ARAŞTIRILMALI

Onur Ünlü’nün as kadrosunda hep varsın. Yeni film geliyor. Sence nasıl?
Gerçekten bilmiyorum, hiçbir zaman da bilemedim. Benim Onur’la yaşadığım şey, senaryolarıyla yaşadığım şey. Senaryo yazarken ki haliyle yaşadığım şey, filmi çekerken ki haliyle yaşadığım şey, onun çıkardığı senaryoyla yaşadığım şey. Yoksa bunun sonucuyla hiç ilgilenmedim. Oynadığım hiçbir filmin sonucuyla da ilgilenmedim. Çünkü eninde sonunda kiminin beğeneceği kiminin de yerin dibine sokacağı bir iş yapıyoruz.  

Seyirciye ne geçtiğiyle ilgileniyor musun?
Aslında hedef seyirci. O konuda sadece gördüklerim var, bir oyunu prömiyerinden son oyununa kadar izleyen yönetmen de var, prömiyerinde bile izlemeyen yönetmen de var. Sinemadaysa zaten 1-0 yenik geliyoruz salona. Çünkü önce “acaba çok mu sıkılacağız” bulutu giriyor kapıdan. İkincisi “zaten izlenmeyecek ki?” cümlesi var altta yatan ki bu doğru, yalan da değil.

Burasının öğrenilmiş çaresizlik olduğunu düşünüyorum. Bu skalada olan her kesimden keyifle ya da merakla seyredilebilecek filmler de var. Mesela Si,vas neden sıkıcı olsun?
Ben bu konuyu artık akademisyenlerin ele alması gerektiğini düşünüyorum. Akademinin sahadakilerle bağ kuracağı yer burası olmalı. Mutlaka eğilenler vardır bu konuya. Ama artık bizim de araştırma yapmamız gerekiyor, yap yap seyirci geliyor mu gelmiyor mu diye bakılacak bir şey değil. Bunun artık araştırılması, geliştirilmesi gerekiyor yani daha kolay dekor yapımının gelmesi gerekiyor. Bunu illa yönetmenin yapması gerekmiyor. Sinemada birileri çıktı, özel efekt işlerini ben yapacağım, dedi mesela. Ama o günden önce de zaten öyle olması gerekiyordu. Neye geliyorlar sorusu önemli. “Bu millet de Recep İvedik’e gidiyor” demek çok kolay. Sen o araştırmayı yapıp, seyircinin neyi istediğini, nasıl baktığını bilmiyorsan, bunu görüp vizyon sineması kültürü oluşturmaya çalışmıyorsan , buna göre bir politika gütmüyorsan o zaman zaten neye gidiyorsun diyemezsin. İstediğine gider, senin hiçbir söz hakkın olmaz, insanlara da laf söyleyemezsin, kusura bakma.

ÖNCEKİ HABER

Ömür boyu öğrenim ve yitip gidenin aranışı

SONRAKİ HABER

Katı atık merkezinde patlama

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...