20 Mart 2016 03:45

Kına

Paylaş

Metin: Fatma Baçaru
Desen ve Foto Rötuş: Kemal Gökhan Gürses

Bir insan ömrüne iki defa kına ayrılır, biri düğünde diğeri cenazede. Önce düğünü için kullansın duası ile çeyizlere konulurdu. “Çok yaşasın!” diye ya kapı eşiğinden her sabah doğan güneşe dua edilirdi ya da mezarı başında. Huzurla yanından ayrılsın diye yoğrulan kına bazen gözyaşı döktürürdü bazen de sevinç bırakırdı. Bir elini sol göğsüne koyup bir eliyle zafer işareti yapan annelerin kokusu ceviz yaprağının kokusuna benzer. Metanetlidir, neşelidir, sabırlıdır, öfkelidir ama çokça haklıdır.

Molozların arasında yürüyen insan kalabalığına baktı. Bir kısmını hiç görmemişti, gazeteciydiler, diğerleri ise bir başka enkazın sahipleriydi. Bazı yıkıntıların arasında yakılmış bir vücuttan geriye kime ait olduğu bilinmeyen bir çocuk çenesi kalmıştı. Evlerin top mermisiyle yıkılan katlarının altında kayıp ölüler aranıyordu bir başka göz tarafından. O arayışta bir kol, bir bacak bulma umudu Dicle Nehri’ne dökülen molozlara kadar devam ediyordu.

Erken açılan çeyiz sandığından çıkardığını, iki göz oda yoksulluğuna ama en çok onuruna, varoluşuna, kavgasına, şarkısına, mücadelesine bakıp ellerine sürecekti. Zaman ellerini gökyüzüne açtığında duruyordu bir tek ve sanki hâlâ bir dinleyeni varmış gibiydi. Kafasının içinde dolanan kocaman bir uğultu ile hareket ediyordu; bu kimin düğünü, kimin cenazesiydi?

Bakır bir kasenin içine koyduğu iki avuç kınanın üstüne demlenmiş ve soğumuş çaydan dökerken bir yandan da diğer eliyle yoğurmaya başladı. Durdu, bir sürü şey söyledi içinden, hiçbiri dudaklarına dökülmedi. Kirpiklerini kırpmasına gerek kalmadan gürleyerek dökülen yaşları belirli belirsiz dudaklarının kenarında titredi. Göğüs kafesinin inip kalkmadığı anlarda beşer saniye aralıklarla nefesi kesiliyordu. Omuzlarından avuçlarının içine yayılan titreşimler kendisini hıçkırık sonrası anne-oğul ağıtına bırakıyordu. Temiz olan sol eliyle yanındaki kavanozdan bir yemek kaşığı toz şekeri ilave etti karışıma. O yoğurmaya devam ettikçe oğlu önce nişanlanıyor, sonra da evleniyordu. Sevdiği var mıydı, bilmiyordu, hiç konuşamışlardı ama o ince bacaklarını taşıyan vücudunun üst kısmında oluşacak heyecanı anlardı.

Kına çay suyuna karışıp yavaş yavaş açıklı koyulu bir yeşile dönüyordu. Dişleri onunkine çok benziyordu, çene yapısı ise birebirdi. Gülünce inci gibi ışıldar sanırdı, anneydi o, ayna gibi derdi. Ablası için yaptığı kınayı hatırlamadı, hatırlamak istemedi. Şimdi top seslerini geri kalan çocuklarına, ablalarının düğün sesine benzetip anlattı, hatta bazen sesi bastırmak için şarkı söyledi.

Kapıya dönük olan sırtını çevirince ölü bedenini göremeyecek kadar orada olmadığına emindi. Öleceğini bile bile yoktu orada. Yokluğuna gönül koyar ama küsmezdi.
“Oğlum yeni gelin gibiydi” dedi.
Çeyizine koyduğu kınayı soğuk ellerine sürecekti, bir çift el bulmayı umarak.

ÖNCEKİ HABER

Biz, Mart’ı gülümsemek için bir neden sayalım yine de…

SONRAKİ HABER

Bir öğleden sonra şehri Ankara: Nasıl ölmeyiz?

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...