Ayşen AKSAKAL
Ben bir yazı yazdım.
Kadının yaşadığı her dramı kalbimde, midemde, beynimde hissederek, içimde biriktiriyormuşum. Kendimi öyle çok onların yerine koyup, elimi vicdanıma koyup uykusuz kalmışım ki, bir çırpıda aktı kelimeler.
İçinde, gazetelerin manşetinde ya da 3. sayfasında gördüğünüz, ismini hatırladığınız ya da hatırlamadığınız kadınların izi olan bir yazıydı.
Bunu Çilem Doğan’ın mahkemedeki savunması sandı pek çok kişi. Onu düzeltmeye çalışırken bu sefer benim mahkeme savunmam sanıldı.
3 günde yüz binlerce paylaşıldı.
Önce yazının bunca paylaşılmasından dolayı umut doldum. İçi çürüyor sandığım toplumun insanlığına yeniden sığınacak oldum.
Sonra paylaşımların altındaki yorumlara baktım. Kadınlar genelde benimle aynı düşünüyorlardı. Belli ki çoğu da gazetelerde bir yaralı yüz olarak gördükleri kadınlarla korkulu rüyalarda yüzleşmişlerdi.
Bazı erkekler ise, kadına yaşatılan zulmün intikamını öyle kanlı ve iştahlı talep ediyorlardı ki; her kelimeleri zalimliğin üzerinde arkasını gösteren bir örtü gibi duruyordu. Mağdur olmasa, dışarıda olsa, Çilem yoldan geçse yine fütursuzca laf atacak, ardından kıçına bakacaklardı.
Öyle sahteydi ki yorumları; kolej kızı olsaydı Çilem, sevgilisi ile birer bira içmiş olsa ve sonra erkek arkadaşı tarafından tecavüze uğrasa onlar için sorun olmayacaktı.
İşlediği cinayetin meşr-u müdafa olarak değerlendirilmesini hak ettiğini düşündüğüm bir kadının hikayesinde belki başarıya ulaşmıştım; okur gözünde itibarının iade edilmesi sağlanmıştı.
Ama üzüntü ve endişe ile fark ettim ki; kadın mücadelesi konusunda hiç bir şeyi tam anlatamamıştık.
Mazluma acımak, mağdurdan yana iki kelam yazıp bir üzgün yüz koymak iş değil.
Biz kadınlar emeğimizin, özgürlüğümüzün mücadelesinde sanırken kendimizi meğer biz artık canımızın derdine düşmüşüz.
Hayat memat meselesine düşünce bile ancak tane tane anlatırsak derdimizi, vicdanlar nezdinde yankı uyandırabiliyormuşuz.
Yani biz artık hakkımızın değil, dramımızın savunmasındayız.
Oysa bir zamanlar derdimiz; mağdur olmamak çabasıydı, tam ve kesin bir eşitliğin mücadelesiydi.
Şiddeti başlamadan önlemek, hayatta eşit şekilde var olabilmek, süt iznimizi, analık haklarımızı, eşit çalışma koşullarını, sokakları, geceleri, güvenliğimizi isterken şimdi bizim birincil talebimiz hayatta kalabilmek derdi.
Yüzlerce yıllık kadın mücadelesinin hakkı bu değildi.
Mağdurluğumuza empati değil, biz başarımıza alkış istiyorduk.
Alkışı da geçtim, gölge etmeyin yeter diyorduk.
Biz o yolları aşındırırdık. Bunca yıldır üstünde yürüyoruz; zordan korkacak değiliz.
Yazdığım öyküdeki bu dram;
Özgecan anısına yapılan parktaki heykelin tahrik edici bulunup kaldırılması ile göbekten bağlıdır.
Bir heykelin erkekler tahrik olmasın diye vinçlerle kaldırılmasını normal buluyorsanız ve bağırmıyorsanız böyle savunmalarla dolar tabi mahkemeler.
Bizim hayattaki varoluş amacımız sizi zamansız tahrik etmemek değildir efendiler.
Sizi temiz, gömleğinizi ütülü, yemeğinizi sıcak, sırtınızı pek, gönlünüzü hoş tutmak için gelmedik bu dünyaya.
Biz de aklımız, hayallerimiz, umutlarımız, emeğimiz ile bu dünyayı değiştirmeye geldik.
Bizim de okşanacak gururumuz, kırılmaması gereken bir onurumuz var.
Sevda dediğin sadece erkekler hanesine yazılmamış. Bizde de kalp var, istediğine atar.
Bileklerimizin narin olması onları bükebileceğiniz anlamına gelmiyor, güvercinin de boynu ince diye kırmak mı gerek?
Namus kavramını kadının uzvuna yükleyen ilk atamızın bin türlü belasını dilerim.
Çıplaklık değildir ayıp olan efendiler, öyle olsa Adem ile Havva’yı çınar yaprağı ile resmetmezdi ressamlar.
Ayıp dediğin insanın adaletle olan mesafesidir.
Burada adalet dediğim yasaların dediği, kanunların buyurduğu değil, onlar toplumlara göre subjektiftir.
Benim dediğim adaletin haklılıktan doğan şeklidir.
Seni sokan yılanın cinsiyeti mi var? Dişi kurt ulusa korkmaz mısın? Leylekler göçerken cinsiyetine mi bakarsın? Dişi at tek ayakta birinci gelecek olsa da kupon yatırmaz mısın?
İşi almak için patronla yatmamıza, geceleri gezmek için vesika çıkarmamıza, istediğimiz kıyafeti giymek için dört duvar içinde kalmamıza, yaşayabilmek için bir kocaya ihtiyacımız yok bizim.
Erkeklerin cinsel organının amortisörü biz değiliz, kendi beyinleri.
Kadın öğretecek değil bir adama beynini kullanmayı.
Herkes kendi ahlakı, kendi aklı, kendi mantığından sorumlu.
Madem yönetemiyorsun vücuduna pompaladığın kanı; ya gider tedavi olursun ya da kadını keseceğine, organını keser huzuru bulursun.
Kadın cinayetlerinin sanıklarına reva görülen her hafifletici sebep; insanlığın ayıbıdır.
Namusun ayaklar altına alınışı o hafifletici sebeplerin ardındadır.
Heykelden tahrik olan adamların kanunu mu koruyacak bizleri?
Heykeli kaldırmak için gelen vinçten tahrik oluyoruz diyen kadınların, vinci yaktığı bir dünyayı akıl alır mı?
Bize koyacağınız bin yasak yerine, beyninize bir tek eşitlik sokunca bitecek aslında bizim için tüm işkence.
Sizden bize acımanızı istemedik. Hiç tanımadığım Çilem’in de acıma dilendiğini sanmıyorum.
Biz hakkımızı istedik. Evrensel adalet duygusunun vicdanlarda tatmin edilmesini istedik.
Hakkımız, eşitlik ve özgürlüktür.
Cinsel ayrımcılık tüm kötülüklerin anasıdır.
Bu vesile ile umarım yazdığım öykü Çilem’in kendi savunmasını, mahkeme sürecini, psikolojisini ve moralini etkilememiştir.
O yazı ile Çilem’e karşı bir acıma duygusu üremesine sebep olduysam kendi adıma Çilem’den özür dilerim.
İçeriden yazdığı mektuplardan gördüğüm kadarıyla dayanma gücüne hayran olduğum bu kadının kendini kendi dilinden anlatabileceği günü tüm kalbimle beklerim.
Bir hatam olduysa umarım affedersin kardeşim.
Evrensel'i Takip Et