06 Mart 2016 05:14

Avrupa’nın yetmiş yıllık parantezi

Paylaş

Burhan KUM

Avrupa’da dolaşan hayaletler bitmez. Hele bu faşizmin hayaletiyse hiç bitmez. Toplumsal konumlarında gerileme hisseden alt ve orta tabakaların, Sosyalist Blok’un yıkılması ve 11 Eylül’ün ardından açıkça faşistleşen liberal sağ partilerin etrafında toplanma eğilimi mülteci kriziyle doruğa çıktı. Avrupalı egemenlerin Avrupa Birliği denilen emperyalist projeyi dünyaya pazarlarken, “demokrasi, insan hakları ve ifade özgürlüğü” boncuklarıyla süsledikleri parantezi kapatacağı günlere yaklaşıyoruz.

Demokrasinin beşiği Yunanistan, bir yağlı urgan gibi boynuna geçirilmiş tasmasını elinde tutan Avrupa sermayesinin insafına teslim edilmiş, demokrasinin mezarı olacağı günü can çekişerek bekliyor. Emekçilerin elli yıllık sınıf mücadelesiyle elde ettikleri kazanımlar, üstelik halkın referandumda söyledikleri de hiçe sayılarak Brüksel’in karanlık odalarında geri alındı. Faşist Altın Şafak Partisi parlamenter sistemi lağvedeceğini açıkladıktan sonra iktidarın yedeği olarak, oyuna sokulacağı dakikanın beklentisiyle ısınma hareketleri yapıyor. Gün itibariyle Fransa, 68 direnişinden sonra rafa kaldırıldığı düşünülen ‘olağanüstü hal’ yasalarıyla yönetilmekte. Paris polisi saldırı amaçlı silahlarla donatıldı. İş yasasını basitleştirme adı altında Danıştay’a sunulan 52 maddelik tasarı çalışma koşullarında ciddi gerilemeler getiriyor. Polonya’da hükümet göçmenlerle ilgili yasaları Anayasa Mahkemesi’nin denetiminden muaf tutmak için parlamentodan yetki istedi. Bu yasanın emek pazarında yaratacağı baskıyı şimdiden öngörebiliriz. (Bütün bu tasarılar size tanıdık gelmiyor mu?) 

Fransa’da Front National, Belçika’da Vlaams Belang, İtalya’da Lega Nord, İsviçre’de SVP (İsviçre Halk Partisi), Avusturya’da FPÖ (Avusturya Özgürlük Partisi), Almanya’da PEGIDA ve AfD (Almanya için Alternatif) ve Hollanda’da PVV (Özgürlük Partisi) bu politikaların ulusal ölçekte taşıyıcılığını üstlenmiş durumdalar. Bu partilerin hiçbiri, doğal olarak, doğrudan emek düşmanlığından söz etmiyorlar. Ekonomik krizin baş sorumluları, dillerinden düşürmedikleri yabancı işçiler, sığınmacılar ve göçmenler. Auschwitz’in dumanı yetmiş yıl sonra tekrar tütmek üzere. 

Parlamento seçimlerinin gelecek yıl yapılacağı Hollanda’da, geçtiğimiz hafta yayınlanan bir seçim sonucu tahmini, hayaletin ete kemiğe bürüneceği günün yaklaşmakta olduğunu haber verdi. Anket, bugün seçim olsa PVV’nin 75 üyeli meclise 41 milletvekiliyle gireceğini öngörüyor. Partinin, saçlarını oksijenle sarartmış ‘karizmatik’ lideri Geert Wilders (anneannesi Endonezyalı), 1980’de ırkçı Merkez Partisi’nin (Centrumpartij) kurulmasıyla başlayan savaşın (1989’da meclise bir milletvekili sokmuşlardı) zafer bayrağını parlamentonun çatısına dikmek üzere. Az zamanda bu kadar çok iş nasıl başarıldı?

1983-1995 yılları arasında Hollanda’da yaşamış biri olarak çok net söyleyebilirim: Kırılma noktası Sovyetler Birliği’nin dağılışıdır. Avrupa’da ‘sosyal devlet’in ve emekçi sınıfların yüksek refahının temel nedeni sınıf mücadelesi kadar, ‘kör topal’ da olsa sosyalist bir blokun hayaletinin Avrupa’da dolaşmasıydı. Kapitalist Avrupa’nın bütün egemenleri bu hayaleti defetmek için, kendi emekçilerine sosyalizmin verdiği birçok hakkı (işsizlik maaşı, kira ve enerji yardımı, yüksek emeklilik maaşları, parasız sağlık ve eğitim hizmetleri vs.) sunmak durumundaydılar. Artık böyle bir yükümlülükleri yok.

PVV lideri Wilders da, tüm sağ radikaller gibi bu durumdan popülist-oportünist taktiklerle yararlanmasını biliyor. Ekonomik krizden en çok etkilenen kitlelere ‘damardan’ nüfuz edebilen provokatif bir söyleme sahip. Tabanının en güçlü olduğu bölgelerin savaş sonrası kurulan mahalleler, eskimiş endüstri bölgeleri ve orta tabaka yerleşim yerleri olması tesadüf değil. İkinci bir tesadüfe bakın ki buralar yabancıların da en yoğun yaşadığı bölgeler. Yabancı düşmanlığı ekonomik krizin üzerini örten ipek bir perde işlevi görüyor. Wilders, Fitne filminin yönetmeni Theo van Gogh’un Fas kökenli bir Hollandalı tarafından sokak ortasında göğsünden bıçaklanarak öldürülmesinin ardından yapılan bir toplantıda salonda bulunan tüm sempatizanlarına dakikalarca “Daha az Faslı!” sloganı attırmıştı. Bu slogan Muhammed ya da Kur’an’a değil de doğrudan etnik bir topluluğa yönelik olduğu için birkaç vicdan sahibi hukukçu tarafından ‘ırkçılık’ suçlamasıyla mahkemeye taşındı. Parlamento dışında vuku bulduğu için de asla ‘dokunulmazlık’ kapsamında değerlendirilmeyecek olan bu tavır ne var ki bu güne dek cezalandırılmadığı gibi, Wilders’a olan desteğin artmasına yol açtı. Her fırsatta ‘ifade özgürlüğü’ne vurgu yapan Hollandalılar, demek ki bu hakkın ırkçılıkla mücadeleden daha öncelikli olduğu kanısındalar. Ancak Amsterdamlı bir sanatçının toplumun suratına fırlattığı: “Eğer Wilders ‘Daha az Yahudi!’ sloganı attırsaydı, yine aynı kayıtsız tavrı takınır mıydınız?” sorusunu ise kremalı pasta misali ahlaksızca yaladılar.

Wilders iktidara giden yolun tek başına ırkçılıktan geçmediğinin tabi ki farkında. Tabanı kendisine verdiği politik desteğin ekonomik semeresini görmek istiyor. İlginçtir, Wilders’ın bu alandaki en büyük rakibi Sosyalist Parti. Yukarıda bahsettiğim anket sonuçlarının yorumlarına göre 41 milletvekilinin 15’ini yoksullara vadettiği sosyal güvenceler, emekli maaşlarındaki artış ve alım gücünü koruyacak devlet desteği gibi ‘reformist’ adımlar kazandıracak. Fakat bu adımlar daha küçük merkezi devlet aygıtı (sermayeye daha geniş yetkiler), sınırların tüm yabancılara kapatılması, ‘potansiyel tecavüzcü’ olarak nitelediği tüm erkek sığınmacıların ‘toplama kampları’na yerleştirilmesi, camilerin kapatılması, Müslümanlar için çifte vatandaşlığın iptali gibi önerilerle yan yana düşünüldüğünde Hollanda’yla birlikte tüm Avrupa’nın en babasından Nasyonal Sosyalist bir geleceğe yürüdüğünü söyleyebiliriz. Üstelik şimdi onları durdurabilecek bir Kızıl Ordu da yok.

ÖNCEKİ HABER

Bolu’da hafta sonu

SONRAKİ HABER

Türkiye, Yunanistan, Fransa üçgeninde mülteciler

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa