28 Şubat 2016 01:35

Bir fotoğrafın hikâyesi

Paylaş

Berxwedan YARUK

Fırtına çıktı sonra/ Yaşadığını anladı kalbim/ Böyle yaşanamaz derdi/ bir başkası olsa
Didem Madak

“Dayê delala minê, hela bêje çawayî? Destên bavo maç dikim, silav bo xwişk û bira. Dayê dûr bûn dijwar e, doza welat bîr nakim. Dil dixwaze vegerim, çi bikim? nikarim...”

Meşhur sahnedir, Meltem Cumbul ile Şener Şen bir masada oturmuş Aynur Doğan’ı dinler. Aynur ciğerinden bir nefes alıp hêjîra çiyayê diye öyle bir girer ki şarkıya, asimilasyonun kemiği titrer, sömürgecilik affa gelir, evimizin yolunu bulamayıp üç nefeste Kürtçe öğreniriz hani. O şarkıda ağlamak için Kürtçe bilmeye gerek olmadığını anlatır sonra Meltem Cumbul, izleyenlerde bir anlama duygusu gelişir. Biz Kürtlerin ağzı kulaklarındadır bu acılı tablo karşısında. Taziyelerde gülesi gelen çocuklar olduğumuz için değil bu sefer, anlaşılıyor oluşun refleksi. Ama mesele bu değil. Yazının girişinde okuyup anlamadığınız cümleler de bu şarkıdan değil. Dağların seçildiği 94 yılından o şarkı. “Kurê min bese vegere.?Çavê me li rê qetiya.Ez pîr bûme bavê te kal,tirş û tahl bû li me jiyan.Kurê min bese vegere. Li benda te me?” Okuduktan sonra ağlamadınız çünkü anlamadınız. Bazen Kürtçe bilmeye gerek var. Bugün Kürtçe bilmeye çok gerek var. Şarkıda diyor ki  “Ana, güzelimsin. Hele söyle nasılsın? Babamın ellerinden öperim, kardeşlerime selam. Ana, gurbet zor ama memleketin davasını unutamam. Gönlüm dönmek istiyor ama olmuyor. Yapamam..” Ana yanıt veriyor “Oğlum yeter dön artık. Gözümüz yollarda. Ben de baban da yaşlandık, tatsızdır, acıdır artık hayat bize. Oğlum yeter, dön artık. Seni bekliyorum.”

“Mayıs’tı, bahardı, yeşildi, çiçekliydi her yer. Yol boyu dereler coşmuş, kuzular etrafa salınmış, her yeri çiçek ve tabiatın yeni yüzünün kokusu sarmıştı. Bindiğimiz dolmuş süzüle süzüle vardı Adıyaman’a. Her şey gizlilik içinde; her şey heyecan, istek, kaygı, coşku… Her şey iç içe… Derken vurduk bir köy yoluna. Gittik ki ooo, herkes orada. Bekliyorlar. Bizden önce gitmişler. Sayımız epey arttı. Sonra beklemeye başladık.” Seneler sonra hakkında şarkılar söylenecek bir ‘94 gidişidir bu da.
Adıyaman’da 17 Mayıs 1994 tarihinde, çoğu gerillaya yeni katılım olan  28 genç, devlet güçleri tarafından kimyasal silah ile katledildiler. Tanınmaz hale gelen cesetleri ise Adıyaman belediye mezarlığında bir çukura gömüldü. Bêzar dağının hikâyesidir, ‘94 Mayıs’ının hikâyesi.

Çiyayê Bêzar bi nale nale
Dilê dijmin pir xedar e
Delalê min bê bihar e
Delala min bê bihar e

‘89’luların okula başladığı yıldır 94 sonu. Türkiye metropollerine aile boyu sürgün edileli birkaç sene olmuştur yani. Kulağımıza doğduğumuz sokaklardan hikâyelerin çalındığı,  büyüklerin mutfakta kısık sesle üst üste tekrar ettiği “O da gitmiş mi?” günleri.

Tek bir fotoğrafı olmuş, onla da öldükten sonra anılmış çocukların çağı başladı bu şarkılarla işte. Her hatıra bir direniş zemini bırakır gerisinde. Hatıralarla giriştiğiniz savaşı yenemezsiniz zira bir hatıra daha kalır kaybedilse dahi geriye.  O çocuklar bu hatıra ve hikâyelerle, başka mahallenin dili ve topuyla büyüdü bir gün.

Napalm barî
Arzan barî
Goşt u hestî
Yek car helî

-Hevalê.. Hevalêê!
Amed’in dar kuçelerinde aşina bir kelime yankılanıyordu. Herkesle beraber ben de dönüp baktım ki heval Mehmet’i gördüm. İsmimi hatırlamaya çalışan ifadesi ile nefes nefese kalmışken:
-Berxwedan heval, dedi. Yani gerçekten biraz daha bakmasaydın dengbêj gibi bağıracaktım Suriçi’nin ortasında heval.
Ben gülerken dengbêj evinin önünden geçtik. Çocukken babamın sabah akşam dengbêj dinleyişini ve ablamla ikimizin gülmemek için sofrada göz göze gelmemeye çalışmasını ama en nihayetinde sofradan kovulmaktan kurtulamadığımızı anlatırken kahkaha attı herkes. Onlarca genç, bambaşka köy ve kentlerden Amed’e gelmiştik (2010) ve ilk hatırada  kesişmişti patikamız. Daha nicesinden habersiz.
Cegerxwîn’in öğütleriyle tanışıyorduk, Feqiyê Teyran’in dilberi ile. Sevgiliye yazılmış diye düşündüğüm şiirlerin Kürdistan metaforu olduğunu öğrendiğim gün çok gülmüştüm ama çaktırmamıştım. “Baskı altındaki halkın metaforu tabii ki” diye toparlamaya çalışsam da sanırım heval Feride kanmamıştı. Dengbêj Şakiro’yu anlatıyordu heval Şervan, heval Mehmet ise Suruç’un tellerine olan öfkesini. Kadın tarihi üzerine tartıştığımız bir günü unutmuyorum. Biz erkekler  o kadar çok konuşmuştuk öyle çok yorum yapmıştık ki bir kadın arkadaş bizi susturup heval Feride’ye dönmüş “Sen çok sessiz kalıyorsun, yok mu diyeceğin?” demişti. Feride gülümsedi evvel. “Erkek arkadaşlar uzman oldukları kadın konusunda daha fazla söz hakkı ister mi acaba” diye sordu bize bakıp. Biraz mahcup biraz şaşkın halde susmuştuk. O kadar uzun ve öyle sarsıcı konuştu ki sonra yemek saatimiz geçmiş, ayaklarımız uyuşmuş olsa da kendimizi koparmadık hevala Feride’nin kışından. “Çok uzun konuştum arkadaşlar affetsin ama bastırılmış bir yay gibiydim vallahi, elini çekince böyle oldu.” dedi. Nasıl başarmıştım bilmiyorum ama ayakkabımın altını sandalyenin demirine bastıra bastıra delmiştim o gün. Heval Mehmet, Şervan ve Feride ile beraber surlara çıktığımız gün de o gündü. ‘Diyarbakır etrafında tanklar var’ın hikâyesini anlatmıştım ben, sonra Hevsel bahçelerinden Silvan’a giden yolu izleyip bir gün o yoldan gelecekleri düşündük. Üç aya yakın bir süre birlikte kaldık. Patikamızın ayrıldığı zaman geldiğinde yeniden ne zaman görüşürüz emin değildik ama aynı hikayelerle büyümüş çocuklardık bu yüzden fotoğraf çekilmeyi ihmal etmedik.

2013’ün sonbaharıydı Şervan’ın ölüm haberini aldığımda. Rojava’ya kardeşini görmeye gitmiş, dönememişti. Bir fotoğraf, bir haber ve kocaman bir hikaye bırakmıştı geriye. Aynı ay ben de ülkeden ayrılmak zorunda kalmıştım, iletişim ise artık eskisi gibi kolay değildi. Feride ve Mehmet’i her soruşumda “arkadaşlar iyidir” yanıtını alıp soluklansam da uzak olmak her hissi eksik bıraktı. Geçtiğimiz haftalar idi. Dediler ki Mehmet ve Feride Cizre’de ölmüş. Arkadaşları aradım “Net değil, bodrum katında sıkışmışlardı, yaktılar herkesi. Kim öldü kim kaldı bilmiyoruz.” diye kapandı telefon. Ömrümün en uzun konuşmasıydı sanki. Her fikrimin sonu ölmüş oluşlarına çıkıyordu.  Mehmet’in annesini gördüm sonra bir videoda elinde beyaz bayrak ile. Oğlunu almaya gidiyordu evin bodrumundan. Sonra bir fotoğraf daha geldi önüme, bir kadını katletmiş ve bedenini teşhir etmişlerdi Cizre’de.  Postalları ile poz veriyordu egemenler. Dediler ki bu Feride’dir. Bastırılmış yay dedim içimden, versinler bize bu hikâyeyi de hele. Feride değildiyse dahi bir arkadaştı o, genç bir kadın arkadaş. Baktığım her fotoğrafta yanmış, parçalanmış arkadaşları gördüm. Mehmet’in cenazesini geçtiğimiz günlerde teşhis etti annesi. Feride ve diğer onca arkadaşın kimlikleri ise tespit edilemedi hâlâ yanmış oldukları yüzünden. Öyle görmek, öyle anmak istemedim lakin arkadaşlarımı ben. Bir fotoğrafın öyküsüdür bu. Bêzar’ın öyküsüdür, ‘rojek tê’ diyenlerin. Şervan’ın, Mehmet’in ve Feride’nin.

‘Ez heyran lê lê,ez qurban dayê rojek tê
Bê xem bê şer, welat azad rojek tê
Rojek ronahî, rojek dilşahî rojek tê..’

ÖNCEKİ HABER

‘Artvin’i yağmacılara teslim etmeyeceğiz’

SONRAKİ HABER

Müzik nasıl benim olmaz?

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...