22 Kasım 2015 05:34

Stendhal üzerinden aşka bakmak

Paylaş

Mustafa İŞİTMEZ

1832 yılının 16 Ekim sabahı Fransız yazar Stendhal bir tepeden muhteşem bir manzara seyretmekteydi. Roma’daki Janiculum Tepesi’nin üzerinde bulunan Montorio San Pietro kilisesinin yanında, göz kamaştıran bir güneş altında ayakta duruyordu. Harap olmuş mezarları ve su kemerleri ile Appia Yolu’ndan, Fransızların yakınlarda yeniden inşa ettiği güzel Pincio bahçesine kadar bütün şehir gözlerinin önünde serilmiş yatıyordu. 

Stendhal, eski zamanlarla ilgili hayallere dalmışken, düşüncelerinde antik Roma’nın modern Roma’ya ister istemez baskın çıktığını fark etti; o sırada Livy’e ait anılar kafasına doluşmaya başladı. Monte Albano’nun üzerinde, bir manastırın sol tarafına doğru Hannibal’ın tarlalarını görebiliyordu. “Ne şahane bir manzara!” dedi kendi kendine, “Dünyada buraların eşi benzeri yok.” Ondan sonra düşünceleri yavaştan kendi hayatına ve karakterine doğru yöneldi. “Ah!” dedi kendine, “Üç ay kadar sonra elli yaşıma gireceğim, doğru mu bu?” Bu düşünce onu çok şaşırtmıştı. Eski kilisenin merdivenlerine oturdu ve konuyu daha uzun boylu düşünmeye koyuldu. “Çok yakında elli yaşımda olacağım,” bir iç çekti, “artık kendimi tanımanın zamanı geldi de geçiyor bile. Daha önce neydim, şimdi neyim, bunu söyleyebilmek gerçekten zor benim için.” Stendhal daha sonra tepeden aşağı indiğinde alacakaranlık bastırmıştı bile. Hafif bir akşam pusu, bu yörede daima gün batımından hemen sonra ortaya çıkmasıyla ünlü soğuk havanın habercisi olarak onu uyarmış, düşlerinden ayrılmaya ikna etmişti. Ancak yola düşmeden önce, San Pietro’da geçirdiği düşüncelerle dolu bu günün anısını, beyaz İngiliz pantolonunun kemerinin içine “16 Octobre 1832, J.valsa voir la 5” sözleriyle kaydetti, bu “Ben elli yaşıma giriyorum,” cümlesinin pek de iyi gizlenememiş bir haliydi. 

Stendhal, sohbet ederken son derecede karizmatik bir adamdı; zarif, zeki kadınlarla arkadaşlık kurma konusunda gerçekten yetenekliydi ama iş tenselliğe döküldüğünde pek başarılı olamıyordu, çünkü yeterince çekici veya iyi sevişecek kadar güçlü biri değildi; dolayısıyla daha ateşli duyguların birçoğu karşılık görmemişti. Ama o yine de hayata küskün bir adam değildi. Aşık olduğu kadınların isimlerini toprağa kazıdıktan sonra şöyle düşündü: “Bu büyüleyici yaratıkların çoğu benden lütuflarını esirgediler, ama yine de hayatımın tamamını tam anlamıyla işgal ettiler.” Tüm hayatı boyunca mutsuz aşık rolünü üstlenmiş, bunu bir kariyer haline getirmişti ve her şeyden çok güpegündüz hayallere dalmaktan zevk almıştı, artık bunu görebiliyordu. Konuyu dramatize etmeden, Life of Henry Braullard adlı otobiyografisinde de bu kadınlardan sadece altısı ile yattığını belirtir.

Herkes hayatının, bir başarı hikâyesinden -kendisine devamlı olarak anlatmak zorunda hissettiği masallardan- çok daha fazla bir şey olduğunu bilir. Asıl problem yenilgilerimize sadık kalmanın çok zor olması. Karşılıksız aşklar bunu kanıtlayan iyi örneklerdir.

Yaşanan, müthiş ihtiraslı ve ateşli bir duygu olabilir ama yine de karşılıksız aşk hatırlandığında, genel eğilim, olaya bir cins tarihsel ironiyle bakmak ve onu geçmişin absürd kostümlü dramlarından birinin parçası olarak değerlendirip reddetmektir.

Bu aşklar Roma’nın panoramasının içinden geçip giden yıkık su kemerlerine benzer: Zamanımızın duygusal coğrafyasıyla bağdaştırmak neredeyse imkânsızdır onları. Stendhal kendini karşılıksız aşk hakkında olumlu düşünmeye adamıştı. Belki de bunun nedeni içindeki sanatçı ruhuydu, geçmiş deneyimlerinde zengin bir şeyler bulmak istiyordu daima; belki de bu, bir şekilde Bonapart taraftarı olmasıyla ilgiliydi, özellikle Napolyon’un 1815’teki düşüşünden hemen sonraki yıllarda, yenilgiyi bir çeşit zafer olarak görme ihtiyacından kaynaklanıyordu bu eğilim. En ateşli aşk macerasının Waterloo’dan hemen sonraki döneme rastlamış olması anlamlıdır. 

Bu aşkı İtalya’da buldu, imparatorluğun çöküşünden sonra opera, iyi bir toplumsal yaşam ve Rönesans sanatında teselli aramak için gittiği İtalya’da. Aşık olduğu kadının adı Mathilde Dembovski idi, 1818’de Milano’da tanışmıştı onunla. Mathilde yirmi sekiz yaşında, evli fakat eşinden ayrı yaşayan, ateşli ve zeki bir kadındı, İtalyan özgürlük hareketiyle gizli bir ilişkisi vardı. Stendhal üç uzun yıl boyunca bu kadına karşı büyük bir aşk besledi ama aşkına hiç karşılık görmedi. Yazar, ancak 1821 yılında, Avusturyalı yetkililer tarafından özgürlükçülere sempati duymakla suçlanıp Paris’e dönmeye mecbur edildiği zaman kendisi ile bu macera arasına biraz mesafe koymayı başarabildi. Paris’te Mathilde’ye âşık olduğu yıllarda ara sıra yazıp bıraktığı kitabının son düzeltmelerini yaptı. Kitap, bilimsel bir inceleme havası verilmiş bir deneme ve anekdotlar derlemesidir. Basit bir adı vardır. On Love.

On Love, kısmen Stendhal’in kendisini Mathilde’ye duyduğu tutkudan kurtarma çabasıdır, bu nedenle sahte bilimsel bir tonda yazılmıştır; fakat aynı zamanda yazar, kitabında romantik aşkı, dolayısıyla karşılıksız aşkı, bir mutluluk ve zevk kaynağı gibi algılayarak yürekten savunmuştur. Stendhal, aşkın insanda nasıl kök saldığını anlatırken şöyle bir benzetme yapar; 

Salzburg’daki maden ocaklarından birine bir ağaç dalı bırakırsanız, dal orada bir iki hafta kadar kaldıktan sonra tuz kristalleri yavaştan dalın üzerini kaplamaya başlayacak, ondan hiçbir iz kalmayana kadar kristalle örtecektir. Stendhal’e göre âşık olan insan aynı şekilde sevdiğinin etrafında kristalize olur; sevgiliyi, mutluluk veren farklı çağrışım ve izlenimlerin odak noktası haline getirmek suretiyle yapar bunu. Aslında bu çeşitli izlenimlerin hepsi, zaten ilk başta yapılmış olan bir seçimin doğruluğunu geriye dönüşlerle kanıtlamak amacıyla kullanılır.
*Devam edecek…

Kaynak:
* Henri Brulard’ın Hayatı (Otobiyografi 1890)
* Aşk Üzerine (1822) Stendhal
* Kırmızı ve Siyah (1830)Stendhal
* Parma Manastırı (1839)Stendhal
* Stendhal’in Acıları (Britanya Kütüphanesi 1894)

ÖNCEKİ HABER

Sosyolojik sosyoloji sevenler ülkesi

SONRAKİ HABER

Söz verip de tutmayanların zirvesi: G20!

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa