08 Kasım 2015 07:43

Mizahın üç atlısı Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Muzaffer İzgü

Paylaş

Mustafa KÖZ 

Eyvah ki anılarımı yazacak, söyleyecek yaşa gelmişim. Kederim anıların acıtıcılığından değil, onları anılacak “zaman”a gelmemden. Üçünü de tanıdım. Üçüyle de kırık dökük anım var ama anıp anlatacaklarım onlarla aramızdaki “hasbıhal”den çok, bu ülkenin “kara hali”yle ilgili. Söyleyince ne o anılar yaralarımıza bir tutam merhem olacak ne de memleketin “makus talihi”nde bir dirhem ferahlama... Yaşananlar tarihte de talihte de aynı çünkü. Kara talih, kara mizahla kararıp duruyor cumhuriyetten beri.  

Cumhuriyetin 10.yılında, tam da gününde, 29 Ekim günü, kendi deyişiyle “bando mızıkayla doğmuş” bir çocuk: Muzaffer İzgü. Cumhuriyetten beş on yaş büyük, iki haylaz çocuk: Aziz Nesin ve Rıfat Ilgaz. 
“Ben de Çocuktum” diyordu Aziz Nesin anılar kitabında. Onlar da çocuktu. Yeni kurulan düzenin kurulma sancılarıyla, yoksunluklar ve yoksulluklarla sınanan üç çocuk. Hiç büyümediler. İçlerindeki “acarlık”, ülkenin çelişkilerini göre göre uçsuz bucaksız bir mizah duygusuyla yoğrula yoğrula “iğneli bir dil” bağışladı üçüne de. O dille iğneyle kuyu kazdılar. O sabırla acıyı bal eyleyip güldüler, güldürdüler. Güldürdüler, düşündürdüler.

BRECHT’İN KULAKLARI ÇINLASIN 

Ne diyordu Brecht? “Her şeyin mizahı gerektirdiği bir ülkede yaşamak kötü ama hiçbir şeyin mizahı gerektirmediği bir ülkede yaşamak, daha da kötü.” Memleket, ayarını tutturamadı bir türlü ancak bunca “tuhaflık” olmasaydı bu üç “acar yazar”ın onca kitabı nasıl çıkardı ki gün yüzüne. Çağdaş meddahlıktan, çağdaş mizah yazarlığına varan yol da işte bu tuhaflıkların yazıya geçmesiyle döşenebilirdi ki onlar da öyle yaptılar. Sadece iç dökücü değil, iç sökücü ve çözücü yazarlık görevlerini, sorumluluklarını da bilerek yazdılar. Diyalektik yöntemi, mizah için kullandılar.   

Epik tiyatronun büyük ismi Brecht’in bu yazıda geçmesiyse bir tesadüf değil kuşkusuz. Brecht’in dil zekası, mizahın bu üç ustasında da bir hızar gibi işledi durmadan. Yalınlık, içtenlik ve zeka romanlarının, öykülerinin, şiirlerinin, anılarının, oyunlarının, şiirlerinin kurucu öğeleri oldu. 

Yazmak için  konu mu? Ondan gani ne vardı ki memlekette? Anılara getirecektim sözü. Bir söyleşisinde anlatıyordu Aziz Nesin. Bulgaristan’da 1966’da “Altın Kirpi Mizah Ödülü”nü “Vatani Vazife” öyküsüyle aldıktan sonra, bir Bulgar yazarın söylediklerini yineliyordu:  

“Sizin ülkenizde her şey mizah, böyle bir ülkede yazmaktan kolay ne var, gel de bu ülkede yaz.” 
Bulgar rejimine de bir “yaylım ateş”ti bu sözler ancak Türkiye’deki çelişkilerin bir mizah yazarına nasıl bol kepçe mizah bağışlayacağını duyurması yönünden de önemli bir saptama değil mi? Ülkenin sadece yenisi değil, eskisi de öyle bereketliydi ki! Nasrettin Hoca, Nefi, Şeyhi, Şair Eşref, Neyzen Tevfik... Bu “gümrah mizah toprağı” üzerinde bu üç binicinin at koşturmasından olağan ne olabilir ki? Atla hara iyi olunca seyisler, süvariler de kavi oluyor doğal ki!

EKİN İDİK OLDUK HARMAN 

’80’lerin ortasında Ekin Bilar (Ekin AŞ) tanıtım toplantılarının birinde kulaklarını çınlatmıştı Bulgar yazarların Aziz Nesin. Yine o toplantıda, “Ekin Bilar Halk Kültür Şirketi”nin batacağına yönelik kaygıları olan “hissedarlar”ı şirketin kâr edeceğine inandırmak için, ’40’lı yılların Küllük buluşmalarından söz etmişti. 
“Siz kaygılanmayın.” demişti. “Gidin oturun açacağımız halk kıraathanelerine, çay için, sohbet edin. Sizi gören sivil polisler de gelecektir o kahvelere. Akşama kadar içtikleri çayı hesaplayın ve şirketin kâr hanesine yazın. Bu şirket batmaz.” “Küllük’te böyle oluyordu. Ben, Sabahattin(Ali), Orhan (Kemal), Rıfat (Ilgaz) gidip oturuyorduk. Yan masaları da siviller dolduruyordu. Korkmayın, boş kalmaz o masalar...”
Sabahattin Âli, Rıfat Ilgaz, Aziz Nesin... ’40’lı yılların üç toplumcu yazarı. Ve onların ülkemize sızmaya başlayan ABD emperyalizmine karşı 1946 yılında çıkardıkları güzelim “Marko Paşa”sı. Namı diğer Merhum Paşa, Malum Paşa, Hür Marko Paşa, Bizim Paşa, Ali Baba, Yedi- Sekiz Hasan Paşaları... Derginin adının üstündeki şu ifadeler, ülkenin mizah tarihini yansıttığı kadar, sansür ve baskı tarihini de göstermiyor mu? “Toplatılmadığı zamanlar çıkar.”“Yazarları hapishanede olmadığı zamanlar çıkar.”   

Marko Paşa, toplatılmadığı zamanlar veya yazarları hapiste olmadığı zamanlar çıktı ama ülke sonraları daha çıkmadan kapatılan mizah dergilerini, çıkmadan toplatılan “bombadan daha tehlikeli” sayılan kitaplara yapılan baskıları da gördü. 

Mizah gibi! 

Bu üç öncü, atlı yazarın anıları, öyküleri, romanları, mektupları, gezi notları, masalları, mizah yazıları halkın okuma odaları gibidir. Nesin, İzgü ve Ilgaz; Tanzimat romanının “hace-i evvel”i, “yazı makinesi” Ahmet Mithat Efendi’nin halk mektebindeki ilkokul öğretmenliği görevinin  Cumhuriyet romanındaki, öyküsündeki sürdürücüleridir. Toplum eğitimcileridir. 

BU YAZI, KARAKOLDA BİTER 

Üç yazar da doğudan batıya, kuzeyden güneye halkın dertlerine sürülecek “dil”i bilir. Halk bilgelerindeki sabır, ironi ve lirik didaktizm onların kalemlerini kıvrak kılar. Doğuda batıda gördüm bu bilgeliği. 
Yine ’80’lerin sonunda, bir doğu yolculuğumda, Bitlis Çarşı Karakolunda dört Kürt genciyle birlikte iki gün konaklamıştım. Gecenin bir yarısı karakolun derme  çatma kitaplığından alıp nezarethanenin mazgal aydınlığında okuduğum Rıfat Ilgaz’ın “Kırk Yıl Önce, Kırk Yıl Sonra”sını anımsıyorum. Bir polis, abanıp almıştı elimden kitabı, “Bu kitabın yasak olduğunu bilmiyor musun?” diyerek. Kendi kitaplıklarından aldığımı söylememin bir işe yaramadığını söylememe bilmem gerek var mı? Epey bir eziyet etmişlerdi. Anısı kaldı.
Kadıköy’de bir imza gününde Rıfat Hoca’ya da anlatmıştım başıma gelenleri. Koca bir “vay” çektikten sonra, bıyık altından ışımıştı yüzü: “Biz çok çektik, demek kitaplarımız da karakollara düştü bizden sonra...”
O kitaplar, iktidarların “yasak listeler”inden hiç düşmedi. İzgü’nün Adana’daki çocukluk ve gençlik yıllarını anlattığı “Zıkkımın Kökü” anı-romanının Bursa Orhangazi’de bir velinin şikayetiyle çocuklara yasaklandığını biliyorsunuz. Gerekçe mi?  “Kitap, ergenlik çağındaki öğrenciye uygun değil”dir.

Bir komisyon, “Zıkkımın Kökü” nü inceleyerek “Bahsi geçen okul öğrencisinin sınıf düzeyi dikkate alındığında, ergenlik döneminin ve cinsel gelişimin ön plana çıktığı bu dönemde, her bireyin hazır bulunuşluk ve algılama düzeyi farklılık yarattığından 7. sınıf seviyesine uygun farklı bir kitap önerilmesinin daha yararlı olacağı” kararına varır.

Bu karar, 4 Ocak 2013 tarihli yazıyla, ödevi veren öğretmene 7 Ocak’ta  duyurulur.

Muzaffer İzgü de evlere şenlik bu karar için şöyle der: “Yasakçı kafanın ürünü.”

Daha başka ne söylenebilir ki? Söylenirse mizah olur.

Oysa o kafa, ‘80 Darbesi’yle yasaklanan, içinde Aziz Nesin’in Rıfat Ilgaz’ın da olduğu kitapların artık yasak olmadığını 5 Ocak 2013’te bir kararla bildirmişti. Kitaplar, yasaya göre serbest, asayişe göre yasaktı!
‘90’ların ortasında Antakya’da Fransız Parkı’nda bir panelde de konuşmuştuk “o kafa”yı. Ben ve Muzaffer İzgü. Konu dönüp dolaşıp karakol hikayelerine gelmişti. Yasaklar, gözaltılar, tutuklamalar... Bitlis hikayesini orada da anlatmıştım ve başka karakol hikayelerini de... Panelin sonunda da İzgü’yle karakol hikayelerinden oluşan bir kitap yapmaya karar vermiştik. Öyle çoktu ki ziyan zebil olmasın, demiştik. ’90’lardan bugüne daha da birikti anılar ve hikayeler. O kafa, aynı kafa çünkü. 

Gülmecenin işlevinin güldürmek değil, olaya parmak basmak olduğunu söylüyordu İzgü.

Olaya ve yaraya...

Yara bere içinde de olsak iyimser olmak gerek. “O kafa” olmasaydı Aziz Nesin, Rıfat Ilgaz, Muzaffer İzgü ne yazacaktı? Vardır her şerde bir hayır!

O yaralar kapanacak.

Yeter ki sizin yolunuz açık olsun mizahın üç çılgın atlısı!   

ÖNCEKİ HABER

Met Üst: Her şeyi devletten, bir de mizahtan beklemeyelim!

SONRAKİ HABER

Savcı Fevziye Cengiz'e işkence yapan polislere verilen cezayı çok gördü

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...