06 Eylül 2015 03:50

Şehitler ölür!

Paylaş

Murat ÖZYAŞAR

Kendisi olmayınca adı da olmuyor bir şeylerin.

Nihayetinde her dil kendi kültürel, zihinsel ve ruhsal iklimine dair sözcükler üretir.

Arapçada mesela “çöl” ve “deve” ile ilgili sayısız sözcük var, Kutuplarda “kar”ı tanımlayan onlarca sözcük. Kürtçe ve Türkçede akraba sözcüklerinin haddi hesabı yok: baldız, görümce, elti, bacanak, enişte… diye diye, uzar gider.

Unutmak mümkün değildir, çünkü simsiyah bir hakikat gibidir bazen, tuhaftır ve fena halde hayrete düşürür beni kimi sözcüklerin anlam dünyası ve bazı sözcüklerin aynı kökten oluşu. Benim için sözün hükmünün doğrulandığı, dilin gücünün doğrulup doruğa vardığı anlardır böyle zamanlar. Böyle zamanlarda ben serhoş olurmuş kadar serhoş olur, kendimden geçerim. Kendimden geçerim geçmesine ya, nereye varacağımı bilmem. Bildiğim şu ki, varıp duracağımın hayret makamından ötesi olmadığıdır. Hâl böyle olunca da, gider “yürümek” kelimesinin “yürek”ten geldiği söylentisini duyarım. Duyar duymaz da bu iki sözcüğü dilin en güzel kavşağında buluşturup ayrıştıran aklı hürmet, şükran ve itinayla kavramaya çalışırım. Köşe bucak da olsa bunu idrak ettiğimde, kıçımı tekmeleye tekmeleye mutluluktan uçarcasına bunu dünyaya bağırmak isterim. “Bakın,” derim mesela “yürümek yürekten geliyor, yürümek yürekten geliyor.” Tabii ki de bağıramam ve bana düşenin dile iman etmek ve bu iki sözcükte uzun uzun soluklanmak olduğunu bilirim. Durmadan devam etme isteği doğar da içimde, neden sonra bana da görünür, görürüm ki “acz” ve mucize” de aynı kökten. Ve yine bana öyle gelir ki, sanki ve hep, “mucize” ancak “acz” içinde olana görünmek için vardır. Daha da kalmak isterim burada, daha değil, hep! Kaldıkça görürüm ki, birini en kötü şekilde “yaralamanın” ancak dille mümkün olduğunu gizli gizli (uğrun uğrun mu demeli yoksa) gösteren de yine sözcükler olur. Çünkü Arapça “kelime” ve “kelam” ile “yara” anlamına gelen “kelm” aynı köktendir.

Öyledir ve bazı kelimeler de biz büyülenelim diye vardır sanki. Sözgelimi Fuad; “Bu dünyaya gelirken atılan ilk kalp çarpıntısının ve bu dünyadan göçmeden önce atılan son kalp çarpıntısının” adıymış. Yani dünyada kalmanın adı.

Hangi dilden olduğunu bilmiyorum ama “Sibel” de o büyülü sözcüklerden biri. Yağmurun yere düşmeden önceki, yerle gök arasındaki hâlin adıymış. Yere düşmemiş yağmur damlasının adı. Belli ki, yağmurun çokça yağdığı bir dil bu, yağmurun fazlasıyla ıslattığı bir dil.

Arapça kökenli “Süveydâ” ise, kalpteki gizli günahı temsil eden, kalbin ortasında bulunduğu sanılan siyah noktanın adıdır. Günah işlendikçe bu siyah noktanın büyüdüğüne inanılır.

“Garip” ile “Gurbet”in aynı kökten olması, gurbete gidene garip denilmesi de insanın kederini buram buram artırır. Şiirin salt duygularla yazıldığını sananlara şu iki sözcüğü işaret etmek isterim, çünkü “şiir” ve “şuur” da aynı kökten. Tuhaf şeyler satan yerin adının “tuhafiye” olması bir hoş eder insanı, “ayna”yı “ayn”dan, yani “göz”den türeten akıl da. “Oda”nın “od” ile ilişkisi de makbuldür, içi ateşle dolu olan yer anlamındadır oda.

Ve Mısırlılar “güçlü” ve “zayıf” için aynı sözcüğü kullanırlarmış.

Diyeceğim şu ki; bunca örnekten sonra, dile ve söze ve onların gücüne, var mıdır ha! kalbinde zerreyi miskal şüphe taşıyan? Varsa hızınızı yavaşlatınız lütfen! Çünkü ben dünyaya yavaş yavaş kelimelerle bakmaktan, bakarken bakakalmaktan yanayım. Böyle bakanlarla yan yana olmaktan yana.

“Efkâr” ve “Fâkir”in aynı kökten olduğuna rastladığım bir dize, beni “felek” ve “felakat”e götürdü. Biliyorum çokça örnek verdim, hız aldım, affedeniz, ama dikkat buyurunuz lütfen. Çünkü “felek” ve “felaket” de aynı kökten. Kaderle değil, felekle ilişkisi var felaketin, yani dünyanın çarkıyla.

Bir şeye ad vermek, bu ad verilirken aklın hangi merhalelerinden geçildiğini görmek önemlidir. Sözgelimi gündelik hayatta da çokça kullandığımız “pencere” sözcüğü “penc” ve “re” sözcüklerinden mürekkep. Aklın aldığı yol bakımından “pencere” sözcüğüne baktığımızda “penc” tavlada da kullandığımız “beş”in karşılığı, “re” ise “yol” anlamını taşıyor Farsçada. Dört tarafı kapalı olan bir duvara açtığımız “pencere” ise “beşinci yol” anlamına geliyor.

Adlandırma yapılırken gösterilen zihinsel zarafete düğme iliklememek elde değil.   

Tüm bu örnekleri niye mi sıraladım, dilin imkân ve vaadini bir kez daha kendime hatırlatmak için, kendime hatırlatırken için için size duyurmak için.

Aslında geldiğim tüm bu sözcükler ve sözcüklerin anlam dünyasından hareketle varmak istediğim tek bir sözcük var: Savaş!
Kadını ve yaşamı bir paydada buluşturup birinden birini doğuran iki sözcük de Kürtçededir: Jîn (Kadın), Jîyan (Yaşam).
Kürtçenin kendine has sözcüklerinden biri de “Birakujî”dir, yani tek kelimede toplanmış “kardeşkatli”. İktidarı elde etmek için sayısız entrikadan sonra kardeş katlinin yaşandığı tarihin sonunda bize miras kalan sözcüklerden biri. Her ne kadar Kürtçe bir sözcükse “birakujî” bana kalırsa aynı oranda Türkçe de bir sözcüktür. Osmanlı İmparatorluğu’nun taht kavgalarını hatırlayalım isterseniz. Çünkü bu sözcüğün nefes almasını, dallanıp budaklanmasını sağlayacak bir kültürel iklim vardı bu topraklarda, ki hâlâ da var!

Yıllardır ve kendimi bildim bileli Kürdüm. Ve mensubu olduğum ırkın adının yanında son otuz yıldır bir başka sözcük duruyor: Sorun!
Mensup olduğum ırktan da, yanından bir türlü ayrılmayan “sorun” sözcüğünden de ne kadar azade olabilirim ki: Kürt sorunu!
Yan yana duran bu iki sözcük, yıllardır süren bir savaşın da sebebi aynı zamanda.

Ez qurbana terorîstan bim!

Oysa sözcüklerden söz ediyordum değil mi, ve savaştan.

Savaş, sözcüklere nereden baktığımızı belirler.

Son otuz yıllık iç savaşta, bilindiği gibi mevcut iktidarların tümünün ve hâkim medyanın dilinde PKK’liler “terörist” olarak adlandırıldı.
Oysa 1990’larda savaşı durdurmak, çocuklarının ölümünü engellemek için açlık grevine yatan Kürt annelerini, polis yaka paça gözaltına almaya çalışırken annelerden birinin kurduğu cümle unutulmazdır: “Ez qurbana terorîstan bim!” (Teröristlere kurban olayım!)
Savaş, sözcüklere nereden baktığımızı belirlediği gibi, savaşa karşı duranlar sözcükleri bildiğimiz anlamdan çıkarıp tersyüz eder.

Çünkü “terörist” dediğiniz kimse “oğuldur, kızdır,” çoğu zaman.

Savaş, güzelim pencereleri kapattırmakla kalmaz.

Savaş, sözcüklerin anlamını da değiştirir aynı zamanda.

Savaşta çocuklarını kaybetmiş anne ve babaların boynu büküklüğüne bakıyorum uzun zamandır: Hepsi yetim ve öksüz!

Geçen gün hocam Engin Ceylan sorduydu bana:

“Peki, kimdir artık yetim?”

Sözlüğe baktığımız zaman “Babasını kaybeden çocuk” için kullanılan “yetim” sözcüğü, savaş zamanı artık başka bir özne için kullanılmakta.

“Peki, kimdir artık yetim?”

Savaşta; dağda veya asker ocağında çocuğunu kaybeden “baba”dır artık yetim.

“Öksüz” sözcüğünü de “Annesi ölen çocuk” diye tanımlar sözlükler. Oysa son otuz yıllık bu iç savaş, bu sözcüğü de anlam erozyonuna uğrattı.

Engin Hocam ikna olmuş kırgın sesiyle yanıtlıyordu: “Öksüz artık, annesi ölen çocuk değil, çocuğu savaşta ölen annedir!”

Amenna!

Savaş tahrip eder çünkü. Bu sebeple bu topraklarda ve bu toprakların zihin haritasında “harp” ve “tahrip” sözcüklerinin aynı kökten olması boşuna değildir. “Harp” ve “Tahrip” sözcüklerini bile isteye yan yana getiren bu topraklar, bu toprakların birikmiş aklı bize aynı zamanda şunu özenle öğütler: Sözcüklerin toprağına inin!

İnmişken inelim!

Savaşın Kürtçedeki karşılığı “Şer”. Bugün Türkçede de benzer sesle telaffuz ettiğimiz “Şer”, yani içinde kötüyü barındıran.
İnmişken inelim ve dehşetle fark edelim: “Şehit” ve “Şahit”in aynı kökten oluşu bizi fazlasıyla ilgilendirmeli.

Çünkü son otuz yıldır “Şehitler Ölmez!” sloganı hem Kürtçe hem Türkçe eksik olmadı bu toprakların göğünde. Her ölen anonimleştirildiği ve yüceltildiği ölçüde ölümsüzleştirildi. Ölümsüzleştirildikçe “insan” olmaktan uzaklaştırıldı. İnsan olmaktan uzaklaştırıldıkça sağlıklı bir şekilde “yas”ı tutulamadı.

“Şehitler ölmez” diye yükselen ses, aynı zamanda bir “yas”ın tutulmasına da “yasak” koyan ses oldu. Bu ses, hakikati inkâr etti, bir iç muhalefeti bastırdı.

Ancak acıyla biliyoruz ki, toprağına inilen sözcükler tüm şahitlere bunu söyletti: “Şehitler ölür!”

Şehitler öldü ve şehitler ölüyor. Ölüleri ölümsüz kılma çabası da ölüm siyasetinin savunusundan başka bir işe yaramıyor.

Şimdilerde “Barış” sözcüğünün Kürtçe, Türkçe ve bütün dünya dillerindeki toprağına inmenin vaktidir artık!

Ve evet, Pavese haklı: “Savaş bir gün biterse kendimize şunu sormalıyız: Peki ya ölüleri ne yapacağız? Neden öldüler?”

Ve evet, içimden şöyle bir cümle geçiyor uzun zamandır: “Kelimeler albayım, bazı anlamlara geliyor!”

ÖNCEKİ HABER

Edebiyatçılar her yaşta güzel

SONRAKİ HABER

Şiir ve devrim

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa