10 Şubat 2008 00:00

Kapı komşum değil de “Hayat” komşum Alaattin Bilgi’nin “Angara’nın Sokakları” başlıklı yazısını (Evrensel Hayat, 3.2.2008) okurken birden Rüzgarlı Sokakta buldum kendimi.
Alaattin Bilgi, eski Ankara lehçesine uygun olarak, “Angara” diyor kentine. “Son Mohikanlar” gibi “Son Angaralılar”dan saydığı için kendisini, belki de bu yüzden böyle diyor. Benim üvey babam “Halis Afyonlu” olduğu halde, o da “Angara” derdi. Ama artık tarih oldu her şey. Eminim yakında Ankara’dan söz ederken “Enkıra” der dillerini döndüre döndüre, bizim asil ve necip Büyük Türk Büyükleri…
Evet, Alaattin Bilgi’nin o nefis anlatımıyla Ankara sokakları geçti gözlerimin önünden. Kediseven Sokağı, İlkiz Sokak ve başkaları… Ve Rüzgârlı Sokağın bulunduğu satırlara gelince tam 50 yıl öncesine gittim. Şu “Zaman Makinesi” muhteşem bir icat(!)…
Yıl 1958… Rüzgarlı Sokağın ortalarında, aklımda kaldığı kadarıyla, garajdan bozma bir yerde Cemil Sait Barlas’ın “Son Havadis” (günlük) ve “Pazar Postası” (haftalık) 2 gazetesi çıkıyordu. Son Havadis’in sorumlusu Erdoğan Tamer, Pazar Postası’nın da Muzaffer Erdost’tu. Ne Muzaffer Ağabeyin yayıncılık yapacağı belliydi o günlerde, ne de benim. Adana’da liseyi bitirip, Ankara’ya Hukuk Fakültesi’ne kaydolmak için gelmiştim. Kayıt işi bitince hemen Hergele Meydanı’ndaki Opera Oteli’nde Adanalı bir arkadaşımla (Mehmet Pehlivan, Adana Kuruköprü’deki Pehlivanpalas’ın sahibinin oğlu) bir oda tuttum. Sonra ver elini Rüzgârlı Sokak… Ayda 30 liraya Son Havadis’te film ve oyun eleştirileri yazacak, Pazar Postası’nın da düzelti işlerine yardım edecektim. Haftada bir gece de Son Havadis basılırken, baskıcıyla birlikte başında duracaktım.
İlk azarımı M. Erdost’tan işittim. Orhan Duru’nun öyküsünde, “Tükrüğüm ağzımda zamk gibi oldu, tükrüğümü tükürüp attım” gibilerden bir cümle vardı. Hiçbir kasıt olmaksızın düzelttim onu: “Türklüğüm ağzımda zamk gibi oldu…” ve devamı. 50 yıl geçmiş aradan, bu kadarını anımsıyorum… Orhan Duru M. Erdost’a ve Muzaffer Ağabey de bana kızmıştı… neyse olay kapandı.
Son Havadis’te de Erdoğan Tamer’den azarımı yemiştim. Çünkü o zaman işe Ankara Basın Savcısı da katılmıştı… Nöbetçi olduğum gece, birinci sayfada bir yazı vardı. DP Bakanı Emin Kalafat’ın mı ne, bir tekzibi. O zaman tekzip falan diye bir şey bilmiyorum. Baktım sözcükler çarpık-çurpuk, yazının içeriği de çirkin. Aldım, son sayfaya attım. Yerine de, bizim fakültenin öğrenci cemiyeti seçimleri olduğundan, benim de içinde bulunduğum grubun haberini koydum, reklam olsun diye… Sabah gazeteye geldim. Savcının telefonu daha önce gelmiş. Ben azarı işittim. Ertesi gün tekzip bir daha yayınlandı. Tabii ben bir daha baskı nöbetçisi olmadım, yapmadılar…
Nöbetçi olduğum geceler, baskıdan sonra, Rüzgarlı Sokak’taki bir sabahçı kahvesinde dönemin ünlü gazetecilerinden Şinasi Nahit Berker’le sabahlardık. Ankara Hilton’da (Ankara Cezaevi) ikamet(!) ediyordu, o günlerde. Bazı geceler de gardiyanı mı kafakola alıyordu, bilemiyorum, cezaevinden çıkıp, Rüzgarlı Sokak’taki sabahçı kahvesine geliyordu. Ondan öğrenmiştim, “Tarak”ın en öldürücü silah olduğunu. 10 mermi yiyip ölmeyebilirsiniz, ama bir taraktan kurtuluş yoktu… Yığınla anı… Örneğin beş parasızken lokantaya gidip, yiyip içtikten sonra, hesap gelince, örneğin 15 lira, pusulanın bulunduğu tabağa o gün toplatılmış Ulus Gazetesi’ni koyar, bir süre sonra garson tabağı geri getirirmiş, üzerinde de paranın üstü var…
1970’lere doğru, yayıncı olarak gittim Rüzgârlı Sokağa. Ankara dağıtımcım oradaydı. Siverekliydi. Kitabı “Mal” olarak görürdü. “Senden her ay 50-60 kilo mal geliyor. Oysa Ali Gazeteci’den 3-4 ton geliyor” derdi.
2000’lerin başında bir kez daha gördüm Rüzgarlı Sokağı. Ama benim sokağım değildi. 50 yıl önceki güzelliği kalmamıştı…
Sağol Alaattin Ağabey, üç-beş satırla götürdün beni 50 yıl öncesine…
Bülent Habora

Evrensel'i Takip Et