27 Nisan 2008 00:00

‘…aşk olsun sana çocuk, aşk olsun!’

1972 başlarında İranlı genç bir doktorla tanıştık. Bizi tanıştıran, cezaevi arkadaşım Seçkin İncefe idi. (Yıllar sonra yürek durmasından yitirdiğimiz İnceefe -ODTܒden- gerçek bir ‘68’li, gerçekten seçkin bir delikanlıydı.) Tıp öğrenimini ..

Paylaş

1972 başlarında İranlı genç bir doktorla tanıştık. Bizi tanıştıran, cezaevi arkadaşım Seçkin İncefe idi. (Yıllar sonra yürek durmasından yitirdiğimiz İnceefe -ODTܒden- gerçek bir ‘68’li, gerçekten seçkin bir delikanlıydı.) Tıp öğrenimini Ankara’da tamamlayan; daha sonra ne Şah ne de Humeyni zamanında ülkesine dönebilen bu arkadaşla Samet Behrengi’nin üç masalını birlikte çevirdik. Denizlerin asılmasından bir hafta on gün önce çaresizliğin üzüntüsüyle bana anlattıklarını unutamıyorum. “Ben Mahir’le ve öteki devrimci arkadaşlarla sık sık görüşme olanağı buldum. Onlarla ülkelerimizin yapısı ve özellikleri üzerine çokça konuştuk ve tartıştık. İran’da, dedim, ordu ile halk arasında büyük yabancılaşma olmasına karşın, halk yine de devrimcilerini koruyamıyor, saklayamıyor. Oysa Türkiye’de durum daha farklı, bunu görüyorum. Burada ordu neredeyse ikinci Allah gibi… En azından halk böyle algılıyor. Buna karşılık halkın, ordunun çoğunluğuyla bir çelişkisi yok. Düşünüyorum da bu orduya bir başka ordu adıyla karşı durulabilir mi?”
***
İlk kez kaçırılan uçak
Tam da o günlerde, öğleye doğru, kitabevine soluk soluğa giren bir genç arkadaş “Bulgaristan’a bir uçak kaçırıldı abi” deyip, geldiği gibi çıktı. Yalnızdım. Başımı geriye, kitap raflarına dayayıp nasıl sevindiğimi, yüreğimin tıkırtıları eşliğinde şimdi de anımsıyorum. “Oh be! Yaşasın çocuklar…” diye mırıldanmıştım.
Öğle haberlerinde tamamlayıcı bilgi geldi. İçinde yaklaşık üç yüz kişinin bulunduğu uçağı Sofya’ya kaçıranların tek isteği idamların ertelenmesi idi. Lütfen dikkat buyurulsun! Gençlerin bağışlanıp salıverilmesi değil, sadece idamın ertelenmesi isteniyordu. Bütün uygar ülkelerde, değil 300 insanın, üç kişinin bile yaşamı söz konusu olduğunda oturulup konuşulacağı, bilindiği gibi genel teamüldendir. O günün ilgili ve yetkilileri, daha doğrusu 12 Mart’ın şahinleri, bu masum isteği dinlemek bile istemedi. ‘Sözlü’ medyada yanıtları şöyle yankılandı: “Pazarlık olmaz. Sayalım ki uçak düştü!”
***
İdamdan önce ve sonra
Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının dilek ve eylemleri; yargılanma sırasında dik ve ödünsüz tutumları sol, sosyal demokrat, hatta ortadaki insanlarda bile sevgi ve sempati uyandırmıştı.
Bu yüzden hukuk dışı yolları epeyi zorlayarak asılmaları büyük yankı uyandırdı.
Gerek asılanların, gerekse yargılanmadan ‘çatışmada’ infaz edilenlerin ardından pek çok kitap yazıldı. Birçok marş ve türküye onların adıyla başlandı. Bir kuşağın 1972’den sonra dünyaya gelen çocuklarının adının Deniz, Mahir, İnan, Yusuf, Sinan vb. olması rastlantı değildir.

‘Dinle Küçük Adam’
İlginç olduğu kadar, belki ülkemize özgü bir tuhaflık(!); 12 Mart sırasında orta halli, hatta varlıklı denebilecek okuryazar kesimlerin bu çocuklara gösterdiği sempati ve hoşgörüyü, gecekondu ve yoksul bölge insanlarının (da) yeterince gösterdiği söylenebilir mi? Dokuz yıl sonra gelen 12 Eylül’le cezaevlerindeki insan manzaraları da artık biraz değişmişti. (İranlı arkadaşımın kulakları çınlasın!)
***
[Çok yakınımdan duyduğum bir olayı şimdi yeniden acıyla anımsıyorum.
Olay, Mamak’ın oldukça yoksul semtindeki bir kız meslek okulunda geçer. Öğretmenler sabahleyin müdürleriyle toplantı halindedir. Biraz sonra herkes sınıfına gidecektir. Tam o sıra kapı çalınır ve içeriye okulun hademesi girer. Çok çocuklu, yoksul ve orta yaşın üstündeki hademe yarı telaş, yarı sevinçle çığlığını odaya salar:
- Hocahanımlar, hocahanımlar! Dün gece ilk kez rahat bir uyku uyuduk…
Müdüre Hanım işinin ehli ve otoriter bir eğitimci olarak bilinmektedir. Çocukları da 12 Mart’tan paylarına düşeni almıştır. Birisi içeride, öbürü kaçaktır. Kendi eşi de her an tutuklanmayı beklemektedir. Hademeye bu küstahlığının nedenini sertçe sorar. Yanıt çok çarpıcıdır:
- Deniz Gezmişler yakalandı da…
Yeterince gergin durumdaki Müdüre Hanım, hademeyi tersleyip odadan çıkarır.]
***
Adalet diye diye…
Hukuk tarihimizde örnek gösterilecek savunmalardan birine imza atan Halit Çelenk, daha sonra yazdığı İdam Gecesi Anıları’nda söz konusu mahkemeyi ve mahkeme dışı koşulları özetin özeti olarak şöyle anlatır:
“A) Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve arkadaşları; kuruluşları Anayasa’nın temel ilkelerine aykırı, siyasal iktidara bağımlı, emir ve kumanda zincirine bağlı, bağımsızlıktan ve hâkimin güvencesinden yoksun bir mahkemede yargılanmış ve mahkûm edilmişlerdir. (…) Kararlar ‘mahkeme’ niteliği olmayan bir kurul tarafından verilmiştir. B) Siyasal iktidar ve sıkıyönetim komutanlıkları, yayınladıkları bildirilerle, Anayasa’ya aykırı olarak, sıkıyönetim askerî mahkemelerine sürekli telkin ve tavsiyelerde bulunmuşlardır. C) Davayı savunan avukatlar üzerinde ağır baskılar uygulanmış, soruşturma ve davalar açılarak mahkûmiyet kararları verilmiştir. D) Sanıklar ve savunucularının savunma hakları kısıtlanmıştır. E) Verilen idam, ömür boyu ağır hapis ve ağır hapis cezaları, ceza yasasının uygulanan maddelerine aykırı olup, bu hükümler ceza hukukunda yeri olmayan keyfî ve dayanaksız yorum ve istidlâllere (akıl yürütme) dayanılarak verilmiştir.”
***
36 yıl sonra…
20 Nisan 2008 Pazar gecesi (saat 23.25) CNN Türk’te, aziz insan, değerli avukat Halit Çelenk, Denizlerin asıldığı gün Ankara Ulucanlar Cezaevi’nde (öbür avukat Mükerrem Erdoğan’la birlikte) yaşadıklarını bir bir anlattı. Sağlık sorunlarına, ileri yaşına karşın anımsama katsayısını iyice zorlayıp nice ayrıntıya ışık tutarak hepimizle, Türkiye kamuoyuyla paylaşırken, dikkatli bir hukukçu titizliğiyle de tarihe not düşüyordu. O son günde tanık olduğu ‘gayriinsani’, ‘gayriahlakî’, elbette ‘gayrihukuki’ dayatmaların bir ömür boyu unutturmayacağı paragraf başlarını vermek için insanüstü çaba gösterdi. Halit Çelenk’in, uzun süren onurlu meslek yaşamında, “idam gecesi” tanıklığını; onu inciten, sonsuz acıtan ama yine de öğretici ve etkileyici olan yanını göz ardı etmeyerek bir deneyim saydığını düşünüyorum.
***
O güzelim, o yiğit civan yurtseverler insanca özlem ve hayalleriyle çekip gittiler dünyamızdan. Sevgili Can Yücel’in onlar için yazdığı şiiri her okuduğumda Denizlere duyduğum hayranlıkla birlikte ürpertici bir hüzün yalar içimi.
MARE NOSTRUM
En uzun koşuysa elbet Türkiye’de de devrim
O, onun en güzel yüz metresini koştu
En sekmez lüverin namlusundan fırlayarak…
En hızlısıydı hepimizin,
En önce göğüsledi ipi…Acıyorsam sana anam avradım olsun,
Ama aşk olsun sana çocuk, AŞK olsun!..
***
[Gün Gördüm Yüzler Gördüm (Bir Serginin Anımsattıkları yazısı içinde. Gözden geçirilip eklemeler yapıldı. 1993-2008) Papirüs yayınları, 1998]
***
OKUR DOSTLARATek Kurşun, usta yazar Dinçer Sezgin’in yeni öyküleri. (13.5x19.5, 136 sayfa) Papirüs Yayınları, Nisan 2008 İstanbul.
evrensel olmak - Remzi İnanç
ÖNCEKİ HABER

incilerin efendisi: recep t. erdoğan

SONRAKİ HABER

moskova’nın sovyet binaları tehdit altında

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...