20 Mayıs 2008 00:00

GÖZLEMEVİ


Geçtiğimiz cuma öğle saatlerinde Leyla Gencer’in küllerini boğazın serin sularına savurdular. 20. yüzyılın en büyük “diva”larından, hatta “divina”larından biriydi ve ölüm haberini ayın 15’inde, tam da mutlu olmam gereken bir anda, Ordu’da, Ordu Belediyesi Şehir Tiyatrosu önünde Zeynep Oral’dan aldım. Milano’daki evinde yitirmişti yaşamını. Zeynep Oral, haberin ertesi sabahında cenaze töreni için apar topar Ordu’dan Milano’ya kanatlandı.
Leyla Gencer’in ölümünden sonrasını ağırlıklı olarak Zeynep Oral’ın Cumhuriyet’teki köşesinden izledim. Solunum ve kalp yetmezliği nedeniyle vefat eden sanatçının cenazesi, törenden sonra vasiyeti doğrultusunda yakılmak üzere krematoryuma götürüldü, külleri İstanbul’a getirildi.
Tam o sırada, Bugün gazetesi yazarı Nuh Gönültaş, “Leyla Gencer hangi dine mensuptu?” başlıklı kerameti kendinden menkul bir yazı kaleme aldı. Leyla Gencer’in Türkiye’de etnik kimliği azınlık olarak ifade edilen bir sosyal gruptan geldiğini söyledi. “Hiçbir zaman Müslüman olduğunu hiçbir yerde deklare etmedi” dedi. “Kendisini Jesus’a yeniden veren bu kimlik, küllerini Ortaköy’e saçtırıyor. Madem öyle, külleriniz de İtalya’da kalsın, niye kirletiyorsunuz suyumuzu?” diye inledi.
Laikçi medyamız, onu sanki bir Yunus Emre’ymiş gibi bize mal etmeye kalkışmış da, o modern Türkiye’nin bir ürünüymüş, ama asla “bizim” tercihimiz değilmiş de… Belli ki, Gönültaş nam, kalemi örümcek ağlarıyla sarmalanmış yazarımızın içi içini kemirmişti. Derken, Türkiye Gazeteciler Cemiyeti “yakıştırmayı” protesto etti. Protesto metninde; “Ülkenin her zamankinden çok birlikteliğe gereksinim duyduğu bir dönemde bu tür yazı ve söylemlerin yarardan çok zarar getireceğinin altını çizmek isteriz” denildi.
Zararın altı çizilmişti ki, cuma gününün öğle vakti, ülkenin sanatçısı, yazarı, aydını, çizeri Dolmabahçe Rıhtımı’nda birleşti. İki direkli kocaman bir gulet geldi, rıhtımın tam karşısında dineldi. Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürü Rengim Gökmen bir konuşma yaptı. “Leyla Gencer Türk operasında bir Afife’ydi” dedi. İstanbul Devlet Opera ve Balesi Orkestra ve Korosu Mozart’ın “Requem”inden “Lacrimosa”yı Rengim Gökmen yönetiminde seslendirdi. Hemen ardından Ahmed Adnan Saygun’un “Yunus Emre Oratoryosu”nun 5, 12 ve 13. bölümleri geldi. Kalabalık, eserleri sessizce dinlemeyi bilemedi. Zeynep Oral ve Melahat Behlil, Leyla Gencer’in küllerini teknenin güvertesinden denize boca etti. Leyla Gencer’in külleri artık denizdeydi.
Yalan söylersem doğru olmaz, o an, Leyla Gencer’in küllerinin rengini merak ettim. Güneşli bir İstanbul öğlesiydi ve güneş ışınları bulutlarda yansımaktaydı. Göremedim, ama ışık tayfının suyun üstünde salınan küllerin tümünü renklendirdiğini sezdim. “Küllerin görüntüsü nasıl acaba?” diye de boşluğa seslendim. Vallahi seslenmedim, sanki gürledim, gürledikten sonra çevremdekilerden çekindim. Yanımda duran emektar olmayan Tenor Erol Uras’ın gözkülhanları karşısında başımı öne eğdim. “Sesi, Leyla Gencer’in kendisini dışa vurmasına yaradığına göre; sesi, onun duygusal dünyasını en kolay ele veren öge olduğuna göre; sesi, ona duygusal dünyayı açarken her bir şeyi sesi ile ifade etme olanağı verdiğine göre Leyla Gencer’in külleri İstanbul Boğazı’nı kaplayacak, hatta oradan Çanakkale Boğazı’na, oradan da daha aşağılara, daha da oralara kadar gidecektir” dedim.
Törenden sonra, sevgilimle Dolmabahçe Rıhtımı’ndaki çayhanede birer tost yiyip çay içerken, bu kere de Leyla Gencer’in küllerinin kokusunu merak etmez miyim? Gerçeği söylüyorum, ettim. “Zeynep Oral belki bilir” diye geçirdim içimden. Telefon etsem mi Zeynep’e? Etmedim. Beş duyunun burundan içeri hava çekilerek duyumsananının en güzeli ten kokusudur derler. Leyla Gencer’in teni yok ki artık! İyi de, Leyla Gencer’in teninin kokusu sinmiş olamaz mı küllerine? Kendi kendime bir koku duyumsadım, bir koku ürettim burnumun dibinde. Böylece eriştim, Leyla Gencer’e. Özdeşleştim.
Eve geldiğimde doğrudan gittim, CD çalara bir Leyla Gencer CD’si koydum. 1981 yılındaki Paris resitalinin CD’si bu. Piyanoda Vincenzo Scalera eşlik ediyor kendisine. Giacomı Carissimi’nin “Lamento della Regina Maria Stuarda”sı… Teknik mükemmellik ve düşünsel konsantrasyon… Sonra, Vivaldi’nin “L’Olimpiade”sinden “Se cerca, se dice”. Tümüyle kırık yapısıyla bir anlamda çabuk, diğer anlamda aşırı yavaş figürler çizerek ani değişikliklerle başlayan ve süren bir arya. Dalmışım. Dalarak dünyayı arşınlamışım, Rossini’nin “La Partenza”sındaki “Ecco quel fiero istante”nin başlangıcını duymamışım. Anladım ki, Leyla Gencer’in anısı karşısındaki durumum keskin hücumlarla, kırılmalarla, temponun ve biçimin birden değişmesiyle kesintiye uğramış.
Gaspare Spontini’nin “La Vestale” operasından “Caro oggetto” aryası başlamış. Aklıma, adamın (Bay Nuh’un); “Laikçi Türk basını, ‘Büyük soprano, büyük opera sanatçısı öldü’ diye verdi haberi” diyerek alaycılığa özenmesi geldi. Haspam, haber kanallarının İtalya’dan naklen yayın yapması karşısında şapşallaşmış. Belli ki, Diva’nın namaz ve Katolik ayiniyle uğurlanmasına dellenmiş, gözleri yuvalarından pırtlamış. “Annesi Katolik olduğu için kilisede ayin yapılmış, İtalya’daki cenaze töreninde de namaz kılınmış. Vasiyeti gereği de kendisi yakılarak külleri Ortaköy’den denize saçılacak. Nasıl bir durum bu? Gel de şaşırma” diyor.
Benim Saygın Okurum, esas bu yüzyılda bu adamın “şaşırması” beni şaşırtıyor.
Tam o sırada, Leyla Gencer’in sesi odanın her yerini sarmış, Giovanni Pacini’nin “Saffo”sundaki “Ai mortali, o crudo, ai numi”ye final yapıyor. Titreşimleri göğsünde duyumsuyor Gencer. Ses tellerinin titreşimleriyle nefes borusu arasında akustik bir ilişki kuruyor, nefes borusundaki tınlaşımlar ses tellerinde oluşan sesi güçlendiriyor.
Gözlerim kapalı.
Diyorum ki: “Bu adam komik yahu!” Komik! Baksanıza “Laikçi Türk basını” diyor. Kim kaybetmiş de Nuh Efendi bulmuş acaba “Laikçi Türk basınını?” Bilinmiyor. Törende politikacıgillerden sadece Ufuk Uras var. Laikliğe toz kondurmaz, mangalda kül bırakmazlar arazi. Yerel seçimler yaklaşıyor ya, kalıbımı basarım hiçbiri Leyla Gencer’in küllerinin Boğaziçi’ne savrulduğu anda objektiflere, kameralara yakalanmak istemiyor. Laiklik sömürücüleri adileştikçe adileşiyor.
“Müslüman cenazesi desen değil Hıristiyan cenazesi desen değil. Bize neyi yutturmaya çalışıyorlar anladınız mı?” Adam utanmıyor, soruyor. Adamın kafası serinlemiş. Sanatın, dininin imanının olmadığını bilmiyor. “Leyla Gencer, kendi ülkesinde yaşamayı ve kültürle hemhal olmayı kendine yediremeyen bir yabancıydı” diye iç geçiriyor. Baksanıza, kırk ikilik “kelle” kendince cesur, kimseden çekinmiyor:
“Kilise müziği orijinli bir mesleğin getirisini ilan etme yeri olarak İtalya’yı seçti.” Aynen böyle devam ediyor. Çok biliyor. “Kültürel Hıristiyan bağlılığını faş etti” diye söyleniyor; “Felsefi hayat görüşüyle kendi cenazesini yakma yolunu seçti” diyerek daha bir saçmalıyor.
Bu adamın zümrüdüanka kuşundan haberi yok yahu! Leyla Gencer’i tanımıyor. Tanımaması bir yana, garibim kendisinin nasıl ve nerede yanacağını bilmiyor.
Üstün Akmen

Evrensel'i Takip Et