25 Mayıs 2008 00:00
istanbuldan
üsküdara yol gider
GÜNÜN YAZILARI
Batı dünyası 555 yıldır aymazlık içinde. 29 Mayıs geldi, tık yok. Oysa, bugün İstanbulun 1453 yılında Türkler tarafından fethi bütün Batılı ülkelerce kutlanmalı değil miydi? Venedikte, San Marko Meydanındaki kilisenin önünde, yarı şahlanmış bronz atlar önünde bir kutlama uygundur. Haçlı Seferlerinde İstanbuldan yürütülen bu atlar, Latinlerin dalavereyle İstanbuldan cayışının haklılığını gösterir. Demek ki, şehirde bir bu atlar varmış önemli, bir de dikilitaşın karşısındaki tuğla taşı kaplayan tunç levhalar. Eski Latin fatihler sadece onları alıp gitmişler...
Eğer şehri 21 yaşındaki gepegenç II. Mehmet almasa, nasıl önemli kâr bırakacak bir alışveriş kapısı açılacaktı Venediklilere. Osmanlılar, Allah muhafaza, fetih yerine Abbasiler gibi aylık haraç almakla yetinseydi ne olurdu düşünün bir... Ne sanatkârlar ne de bilim adamları kaçmayacağından Avrupa hâlâ hareketlerinden mahrum bulunacaktı bu bir. İkincisi Avrupalılar, topların kaleleri yıkabileceğini anlamayacaklarından, derebeylikler sürüp gidecekti. Bu derebeylikler toplarla yıkılmış olmalı ama hâlâ kalelerini görebilirsiniz pek çok ülkede. Bir de bu kalelerde ağaların pardon derebeylerin yaşadığını düşünün ortada ne Avrupa Birliği olurdu ne Avro. İşte İstanbulun Fethi İsanın doğumundan 194 yıl önce, şehrin Roma İmparatoru Septim Severus tarafından Romalılara bağlanması kadar önemlidir. Özellikle Batı için. Eğer Constantinopolis diye anılan ve yüzyıllarca iki yakası bir araya gelemeyen bu şehir, (ki onu Doğu hep anmıştır) Osmanlılara geçmeseydi, Batının inşaat şirketleri bu iki yakaya yaptığı köprülerle geçitlerden nasıl para kazanabilecekti? Biz her ne kadar okul kitaplarında Bizans, Rumeli ve Anadolu arasında bir çıban gibi duruyordu. Bu bakımdan, İstanbulun fethinin stratejik bir önemi vardı. Haçlı orduları, genellikle Bizansın tahrik ve teşviki ile oluşturuluyordu. Bizans, Türk beyliklerini Osmanlı aleyhine kışkırtıyor, Osmanlı taht kavgalarında taraf tutuyor, devleti böylece karışıklıklara sürüklüyordu. İstanbul, üç kıtayı birbirine bağlayan deniz ve kara yollarının kesiştiği tek merkezdi. Dünya ticaretine hâkim olmak için de devrin en büyük bu liman şehrinin fethedilmesi şarttı diye okuyup öğreniyorsak da işin başka bir yanı daha var. Eğer II. Mehmet toyluk edip İstanbulu ele geçirmeseydi Osmanlılar ticaret yollarını ele geçirdikten sonra buralardan geçmek zorunda kalan Avrupalılar Osmanlıya yüksek vergi ödememek için yeni ticari yollar aramayacaklardı. Böylece Bartelmio Diaz da Ümit Burnunu keşfedemeyecekti. O zaman Deniz Feneri ve İnsani Yardım, Afrikadaki madenlerde sakatlanan Afrikalılar için yardım toplayamayacaktı... ( Nasıl... Yorum yanlış mı? Olabilir. Kurcalamayalım lütfen.)
Ancak, Atillanın, Vikinglerin ve Gotların da kuşatıp kuşatıp almadıkları bu şehrin bir defosu olduğu da düşünülmeliydi. İşte bu defo, şehri alanın dünya ticaretini ele geçirmesini engellemiş, sonunda da şehri dünya açık pazarı haline getirmiştir. Bu defo elbette bir lanet olabilir. Ama laneti taşıyan taş ya turistlere satıldığından ya da bir apartmanın altında kaldığından artık laneti kaldırma olanağı yoktur. Üstelik bu lanet tüm şehre yayılmış bulunduğundan sık sık fakir fukarayı evinden yerinden etmekte, kentsel dönüşüm fırtınalarıyla, şehrin dillere destan güzelliğini kulelerle bezemektedir.
Tarihimize baktığımızda Osmanlıların Bizansa rehin şehzade bırakma geleneğine rastlarız. Sanırım, bu bir saldırmazlık anlaşması sonucudur. O kadar uzun süre uygulanmıştır ki, Fatih Sultan Mehmet, İstanbula girdiğinde önce bu kandaş/kardeş şehzadeyi halletmiş, sonra da nizamı alem için kardeş katlini yasalaştırmıştır. Herhalde Bizansın fethine karar verilişinde buraya gönderilen şehzadelere yapılan masrafın da payı vardır. Hem şehzade bizim değil mi? Niye el alemin sarayında yaşasın? Madem Bizansa Artık göndermiyoruz size şehzade falan diyemiyoruz, (belki şehzadeler de bu kez ben gideyim küffar şehrine diye tutturuyor sık sık, sanki orası tatil köyü, evlenecek olsan Bizanslıdan başka hatun yok) diyar-ı küfrün şehzadeleri kışkırtanını ve onların sürgün yaşamalarına mahsusunu ortadan kaldırırsın olur biter. Sıra yabancı odakların etkisiyle kışkıracak şehzadelerin ortadan kaldırılmasına gelir. O da bir yasaya ya da kanunnameye bakar. Başına da dünya düzeni yani nizamı alem dedin mi kim karşı durabilir? Ne var ki, bir zamanlar İstanbulun turist yatağı olacağı işte bu şehzadelerin rehin bırakılmasından da bellidir. Fatih şehri ele geçirmiş, yıkığını döküğünü tamir için Ermenileri, şehri iskan için Anadoludan Türkmenleri, Türkleri zorla falan getirip yerleştirmiştir ama şehrin dağınıklığını bir türlü tam toplayamamıştır. Çünkü şehrin temellerinin uygunsuz bir saatte atıldığı söylenir eskiden beri. Bu yüzden cemaati ortadan kalkmış Rum kiliselerinin kimisini camiye çevirtip Müslümanlara kimisini mezhep değiştirtip Ermenilere vermişse de şehrin üstündeki uğursuzluğu uzaklaştıramamıştır. O zamanın İstanbulu surların içine tutsaktır çünkü. Kasımpaşa ormanlık, Mecidiyeköy dutluk, ufuklar erguvanlık olduğundan nazar da diz boyu... Deprem ve yangınlar da nazardan beter yakıp yıkıyor. Üsküdar da karşıdan bakıyor.
Atı alan Üsküdarı geçer hep
İstanbulun iki yakası bir araya gelmez dedim ya, bu yakalardan biri Üsküdardır. İstanbulun ilçelerinden birisidir. Devrinde, Skutari denilen asker kışlaları, şehrin bu yakasında yer aldığı için semt Skutarion diye anılıyordu. Bu isim zamanla dilimizde Üsküdara dönüşmüştür. Ama dili Üsküdara dönmeyen ecnebi milleti, mesela İngilizler hâlâ Scudari derler. Bir zamanlar 54 mahalleden oluşmakta olup, köy yerleşimi yoktuysa da İstanbulun sık sık değişen durumu yüzünden şimdiki hali bilinmemektedir. Edebiyatta Yahya Kemal onu fakir sıfatıyla işaretlemiştir. Çünkü coğrafi yeri yüzünden tarihi de farklıdır. Önasya ile Avrupa arasında yapılan ulaşımın Boğazlardan geçmesi, iki kıta arasında doğal bir köprübaşı oluşu yüzünden Üsküdar, tarihi boyunca değişik ulusların egemenliginde kalmıştır.
Antik Çağda Khrisopolis, Persler tarafından Hrisopolis diye anılmıştır. Söylendiğine göre Farsça adı Askadardır. Evliya Çelebinin Seyahatnamesinde bu ad Eski Dar olmuştur. Bizim şakacı şairlerimizden Rıfat Ilgaz ise Tenceresi geniş, kapağı dar olarak niteler onu. Üsküdarın tarihi İsanın doğumundan 1000 yıl kadar önce Fenikelilerin biri Kalhedon (Kadıköy), diğeri Moda Burnunda olmak üzere iki liman kentini kurmaları ile başlar. Fenikeliler, şimdiki Salacak Sahilinden Kızkulesine doğru uzanan sığlık kısmı büyük taşlarla doldurarak bir mendirek oluşturmuşlar ve ticaret iskeleleri ile tersanelerini Salacak Limanında kurmuşlarmış. Yaklaşık dört yıl kadar sonra egemenlik Akaların Akhun Kolua geçmiştir, Pers Kralı Dareios M.Ö. 513de İskit Seferi dönüşünde egemenliğine almış şehri. Sonra egemenler sıralanıyor: Atina (M.Ö. 410- M.Ö. 333), İskender İmparatorluğu (M.Ö. 333- M.Ö. 129), Roma İmparatorluğu (M.Ö. 129- M.Ö. 89), Pontus Kralı Mihirdad (M.Ö. 89 - M.Ö. 63) ve yeniden Roma M.S. 395de Roma İmparatorluğunun ikiye bölünmesi ile Üsküdarda, Doğu Roma İmparatorluğu yani Bizans Egemenliği Dönemi başlamıştır.
Üsküdar Bizans Döneminde değişik tarihlerde İran ve Arapların istilasına uğramıştır. 609da İran, 710da Araplar, 782de Abbasi Halifesi Harun Reşid, 1102de Haçlılar, 1147de Fransa Kralı VII. Louis ile Alman İmparatoru Konrad, 1203te gene Haçlılar hep Üsküdardan geçmişlerdir. Araplar, İstanbulu 5 kez kuşatmışlardır. 859da Harun Reşid, Üsküdardan geçmiş ve İstanbulu kuşatmıştır. Abbasilerin hizmetinde bulunan Seyyid Battal Gazi, İstanbuldaki Müslümanların gözcülüğünü yapmak amacıyla, Üsküdarda, şimdiki Ayazma Camii civarında yedi sene muhafız kalmıştır.
Bizans taht çekişmelerini dikkatle izleyen Selçuklu Türkleri, ilk kez, tahta çıkışına yardım ettikleri N. Botaniatesin imparatorluğunu ilan etmesiyle, 1078de Üsküdara ayak basmışlardır. Avrupa Hristiyan Dünyası, Türklerin elinde bulunan Kudüsü almak, İslam Dünyasının zenginliğini Batıya taşımak amacıyla Haçlı Seferlerini başlatmışlardı. 1096dan 1270e kadar aralıklarla devam eden bu seferlerde Üsküdar, tarihinin en müthiş yağma ve talanına maruz kalırken; II. Haçlı Seferinde şimdiki Haydarpaşa - İbrahimağa - Ayrılık Çeşmesi arasındaki bölgede Fransa Kralı Louis ile Alman İmparatoru Konradın komuta ettiği Haçlı Ordularına karargah vazifesi görmüştür. IV. Haçlı Seferinde ise, yağma ve talana maruz kalan ilk yer İmparatorun şimdiki Haremde bulunan Haremus Sarayı olmuş, İmparator hazinesini alıp Trakyaya kaçınca Üsküdarda, 1204ten 1261e kadar tam 57 senelik Latin egemenliği başlamıştır.
Osmanlı devletinin ikinci hükümdarı Orhan Gazinin döneminde, Kocaeli Yarımadası, Büyük ve Küçük Çamlıcalar, Doğancılar, Osmanlıların egemenliğine girmiş (1348), Yıldırım Bayezid, Güzelcehisarı (Anadoluhisar) yaptırınca, Osmanlı Padişahları Rumeliye geçişte Üsküdar - Güzelcehisar yönünü kullanmayı gelenekselleştirmişlerdir. 1452de Fatih Sultan Mehmet , Güzelcehisardan , Rumeli Sahiline geçtiğinde, indiği yere Rumelihisarının yapılmasını buyurmuş, İstanbulun fethi için ilk adımı buradan atmıştı.
İstanbulun iki yakasından birini Üsküdar saymam boşuna değil. Canını kurtarmak için Anadoluya kaçanların da yoluydu Üsküdar. İş işten geçti anlamına gelen Atı alan Üsküdarı geçti sözü boşuna değildir.
İstanbulun fethi değilse de türküleri güzeldir: İstanbulan Üsküdara yol gider / Hanımlara deste deste gül gider diye başlar biri. İstanbuldan da elimizde kala kala bu türküler kalmıştır. Çünkü yeni İstanbul fatihleri şehri tarihiyle, haraç mezata çıkarmıştır hanidir.
Sennur Sezer
Evrensel'i Takip Et