30 Eylül 2008 00:00

“Değişmeyen tek şey değişmedeki değişmezliktir.” Bu söz bana, hiçbir şeyin aynı kalmadığını ve her şeyin korkutucu bir biçimde değiştiği bir zaman diliminde yaşadığımızı çağrıştırır. Özellikle dinsel bayram günlerinde aklımdadır. Tam da: “Nerdeee o eski bayramlar” diye sızlanacakken, “Değişmeyen tek şey değişmedeki değişmezliktir” tümcesi içime takılır.
Eee… Doğal olarak “o eski bayramlar” da yerinde saymayacaktır.
O halde?
O halde, eski bayramlara özlem duymamak hakkımdır.
Gel gelelim, yaş aldıkça geçmişe özlem duymamak, anımsamamak olanaksızlaşır.
* * *
Dinsel bayramlarda ilk olarak Gündüz’ü anımsarım. Elli-elli beş yıl öncesinin Kör Bakkal Sokağı’nda, kör bakkal Hakkı’nın dükkanının karşısındaki eski çeşmenin önünde Hamlet oynayan bir Kör Bakkal Sokağı çocuğuydu Gündüz. Yadsıyamam, fırıldak yapmayı bana o öğretti. Karşılığında, Açıkhava Tiyatrosu’nda seyrettiğim “Kral Oedipus”u anlattığımı anımsarım. Ben ne anladıysam “Kral Oedipus”tan, o kadarını anlatırdım elbette. Ama gene de yatağın üstüne çıkıp, kendimi çarşafa sararak ve de kralı oynayan Cüneyt Gökçer’e benzemeye çalışarak: “Eyyy Kraaal Oidipuuus,” diye bilinçsizce çığırırdım. Sonradan Sophokles’in olduğunu öğrendiğim acıklı öykü, Oedipus’un Thebai’den sürülmesi, kızı Antigone’ye yaslanarak Attika’da Kolonos iline gelmesi ve orada ölmesiyle biterken pek etkilenmiş olacağım ki, Gündüz’e hep bu bölümü anlatıp dururdum.
Fırıldaklara gelince… Bayramlarda üretir, Kör Bakkal Sokağı’ndaki fırıldak üretemeyen ya da üretmeyen başka çocuklara satardık. Kazanılan parayı ben, yeğenlerim Ergün, Ersun ve Gündüz bölüşürdük. Büyükannemizin bana, Ergün ve Ersun’a mendil içinde verdiği para da kazanılan paraya eklenince, ver elini Toptaşı.
Toptaşı, Karacaahmet Mezarlığı’nın kuzey kesimiyle Zeynepkamil Hastanesi’nin bulunduğu tepeden, Üsküdar’ın merkezine inen yamaçtaki semttir, belki bilirsiniz. Toptaşı’nda önce askeri hastane, sonra “bimarhane”, anlattığım dönemdeyse tütün bakım atölyesi olarak kullanılan, şimdiki Meslek Lisesi önü bayram yeri olurdu. Daha bayram gelmeden “Şekerci Alptekin”den alınmış akide şekerlerini ceplerimize doldurur, Toptaşı’na koşardık. “Şekerci Alptekin”in akidesi başkaydı. Onun şekerleri öyle eğri büğrü olmazdı. Tarçınlı, karanfilli, türlü baharatlı, sade, fındıklı, fıstıklı, kakaolu olarak hazırlanan ağda; mermer tezgah üzerinde çubuk biçimine getirilerek köşeli, yuvarlak ya da “beyzi” olarak doğranırdı. Görmüştüm. Bilirdim.
Büyükannemiz, yedi adet deniz hayvanı kullanılarak oynanan “peçiç” oyununu neredeyse her gün oynar, ama bayram günleri oynamazdı. Bazı kurallarının damayı anımsattığını söylerler, “dama oyunu”nun ne mene bir oyun olduğunu bilmediğimden söylenenin doğruluğunu doğal olarak bugün dahi iddia edemem.
Büyükannemiz, karşısına alt katta oturan kiracısı Seher Hanım’ı alır, deniz kabuklarını yere atar, açık taraflarının alta, üste, yana gelmesine göre taşını ilerletirken, Kör Bakkal Sokağı’nı akşam saatlerinde tütün kokusu sarardı.
Derken, benizleri tütün gibi sapsarı kızlar, genç kadınlar salınırdı Kör Bakkal Sokağı’nda. Arkalarında yeni yetmeler, semt bıçkınları ve de büyükannemin köşkünün pencere hizasından sokağa doğru çıkıntısı olan kafesli bölümde ben…
Cumbadan sanki cumbadak içlerine düşerdim. Sallanan kalçalarda içime derin bir sıkıntı yüklenirdi. Hele şapşalak oğlanlardan biri kızlardan birine yaklaştığında, çevremi öyle hırs kaplardı ki! Ne bileyim, kıskançlık gibi bir hırs işte…
* * *
Televizyon öncesi günlerdi o günler.
Bugün; doğduğumda penisilinin bile bulunmadığını, Polio aşısının, donmuş yiyeceklerin, fotokopi makinelerinin, faksın, videonun, plastik denen maddelerin ve “kontakt lens”in ne benim, ne de benim yaşımda olanların yaşantılarına çoook sonraları girmiş olduğunu anlattığımda şaşırıp kalıyor gençler.
“Radardan önce doğmuştuk” diyorum, inanmıyorlar. Doğrudur; kredi kartından, parçalanmış atomdan, lazer ışınından ve tükenmez kalemden bile önce doğduk biz…
Bulaşık makinesinden, kuru temizlemeden, elektrikli battaniye, “air condation” ve aya insan ayağı değmesinden de önce doğduk.
Benim kuşağımın evlenip, sonra birlikte yaşayan son kuşak olduğunu anlatmakta bugün öyle zorlanıyorum ki!
“O zamanlar kaplumbağalara Volkswagen denmezdi,” dediğimde, kimse bir şey anlamıyor.
“’Jean’ giymezdik biz, ‘anlamlı bir ilişki’ denilen şey, akrabalarla bir arada olmak anlamına gelirdi,” diye söylendiğimde yalan söylediğimi sanıyorlar.
Eşcinsel haklarından da, bilgisayar programlarından da, internet evliliğinden de önce dünyaya geldik, ne yapabilirim? Hiç “FM Radyo” dinlemeden büyüdük. Kaset teypleri de, “Compact Disc”i de çok geç tanıdık. Elektrikli daktilo kullanmadık; yapay kalp nedir bilmedik. Erkeğin küpe taktığını ise, korsan filmleri dışında hiç mi hiç görmedik.
Bizim için zamanı bölmek, birlikte vakit geçirmek demekti.
1940’larda “Made in Japan” damgasının külüstür mal anlamında kullanıldığını; Pizza, Mc Donald’s ve Nescafé’nin ne anlama geldiğini kimsenin bilmediğini; ”kuruş” diye bir para biriminin olduğunu, kendi ülkemde o dönemlerde beş kuruşa bir şeyler alabildiğimizi anlamıyor, bilmiyor, tınlamıyor ve inanmıyorlar.
“Cinsiyet farklılığının keşfinden önce değildik kuşkusuz, ama cinsiyet değiştirme modasından önceydik,” dediğimde gülüyorlar.
Elimizde ne varsa, onunla mutlu olmaya çalıştığımızı örnekliyorum, “Bizler, çocuk yapmak için evlenmek gerektiğine inanırdık,” diyorum, bana bir tuhaf bakıyorlar.
Bugün Ramazan ya da Şeker, her neyse, herhangi bir bayramın ilk günü. Beni sorarsanız, artık: “Nerdeee o eski bayramlar” diye sızlanmıyorum.
Bayram kavramını yitirdiğimiz, içi boşaltılmış değerlerimizden biri olarak değerlendirmiyorum.
Ben artık: “‘Gerçek’ bayram, halkların barış içinde yaşayacağı günlerdir” diyorum, hepinize “gerçek bayramlar” diliyorum.
Üstün Akmen

Evrensel'i Takip Et