31 Ekim 2008 00:00

DTP Başkanı Ahmet Türk’ün Kürtlerin uğradığı “Kültürel ve Siyasal Soykırım” dan söz etmesi, ‘soykırım inkarcılığı’nı yeniden günceleştirdi. Türk’ün yaptığı cesur açıklamadan aslında geri adım atmaması gerek.
Kaldi ki, Kürt sorununun çözümünden kaçınılması, soykırımı her boyutu ile bir tehdit konumuna getiriyor. Büyük medyanın bazı kalemşörleri, örneğin Hürriyet yazarı, Ege Canel, açık açık, “Kürtler etnik arındırmayı göze alsın, bu yolda devam ederlerse diye yazı bile yazabildi. Linç olayları, pogrom tehditleri bazı kasabalarda yaşandı.
Türkiye üniversitelerinde soykırım araştırmaları yapan bölümler olmadığı gibi ‘viktimoloji’ de henüz akademik kapsama girmiş değil. Bu ise, soykırım inkarcılığının bir çeşit savunma içgüdüsü.
Bülent Ecevit, Filistin olayını soykırım diye niteleyebiliyor. TC, Türklerin soykırımını engellemek için Kıbrıs’a çıktığını belirtiyor.
Azerilere yönelik Hocalı katliamı da, soykırım olarak adlandırılabiliyor. Ama milyonu aşkın insanın yaşamını yitirdiği 1915 olayı asla bir soykırım değil. Süryani, Yezidi halkını ve diğer Hıristiyan toplumları da burgacına almasına karşın. Bu bakıma Türk’ün yaptığı açıklama aynı zamanda çok önemli soykırım önleme amaçlı bir nitelik de taşıyor. Kürt halkının varlığının yanında, Türkiye üniversitelerinin son 40 yıldır odaklandığı önemli bir resmi inkarcılık da, 1915 olayının soykırım olarak tanımlanamayacağı savı. Sanki katliam, kıyım, etnik arındırma diye tanımlanması iyi bir şeymiş gibi.
Ermeni Soykırımının inkarı, aynı zamanda buna ilişkin kaynakların sistematik olarak inkarını ve çürütülmeye çalışılmasını içerir. İnkarın temeli buna dayandırılmaya çalışılır. Ayrıntıda kalan unsurlar öne çıkarılmaya, çelişkiler yakalanmaya çaba harcanır. Bunlar üzerinden giderek, bütünün inkarı için mesnetler oluşturulmaya çalışılır.
Resmi tarih tezinin bu inkarcılığı, Hitler’in Ermenilerle ilgili sözlerinin aslında sarf edilmediği boyutuna kadar vardırılır, Hitler bile tashih edilmeye çalışılır. Oysa Hitler’in Polonya’yı yok etmek üzere harekete geçmeden önce düzenlenen gizli bir toplantıda, ordu komutanlarına hitaben yaptığı konuşmanın farklı kişilerce tutulan notlarında kullandığı, “oder erinnern Sie sich doch an die Ausrottung Armeniens” sözü herhalde, soykırım tarihinin en kilit sözlerinden biridir. Yoketmeci aklın, tarihin derinliklerinden kendine nasıl meşrulaştırıcı ve kışkırtıcı gerekçeler bulduğunun ve bu aklın tarihsel örnekler arasında nasıl bir iç bağıntı ve sürekliliğinin var olduğunun en çarpıcı örneklerinden biridir.
Hitler bu konuşmasında Cengiz Han’ı anmayı da ihmal etmez. Kan dökücülerin, daha sonra tarihte nasıl sadece “devlet kurucusu” olarak anılması da, cesaret verici unsurlardan biridir. Öte yandan bu belgeye göre, inkarcılığın en temel tezlerinden biri de, jenosit/soykırım kavramının 2. Dünya Savaşı sırasında meydana gelen Yahudi Holokaust’unu tanımlamak için oluşturulduğu ve 1915 Ermeni örneğinin bu kavram kapsamında ele alınamayacağıdır. Oysa bu kavramın babası olan Polonyalı hukukçu Lemkin, gerek anılarında gerekse kendisi ile 1959 yılında yapılan bir televizyon programında, insanlığa karşı işlenen suçların kovuşturulması için uluslararası yargı mekanizmasının oluşturulması gerektiği düşüncesini çağrıştıran olayın Ermeni örneği ve 21 yılında Berlin’de görülen Talat Paşa Davası olduğunu belirtmiştir. Bu bakımdan, Giriş’imizin daha sonraki bölümlerinde, Jenosit/Soykırım kavramının açılımına ve Birleşmiş Milletler Soykırım Konvansiyonuna ve “insanlığa karşı işlenen suçların” yargılanması için uluslararası yargı mekanizması yaratılması çabalarına değineceğiz.
Şunu da hatırlatalım ki, “insanlığa karşı işlenen suç” tanımlaması da, ilk olarak 1915 Ermeni Tehciri nedeniyle gündeme gelmiş ve Tehcir nedeni ile İngiliz ve Fransız hükümetleri tarafından Osmanlı hükümetine verilen protesto notasında anılmış ve sorumlularının yargılanacağı belirtilmiştir. Enver, Talat ve Cemal Paşaların savaş sonrasında, bir Alman savaş gemisi tarafından gizlice ülke dışına kaçırılmasının en önemli nedenlerinden biri de, bu yargılanma ihtimalidir. Bu kaçırılma öyküsüne de eklerde yer vermekteyiz.
Son Osmanlı Sultanı Vahdettin, Kemalistler tarafından yargılanmasın diye İngilizler tarafından ülke dışına çıkarılınca, “vatan haini” olurken, İngilizler tarafından “savaş suçlusu” olarak yargılanmasın diye ülke dışına çıkarılan Talat, Enver ve Cemal Paşalar ise, hala “devlet adamı” ve “kahraman” olarak anılmaktadır. Demek ki, asılırsan İngiliz sicimi ile asılacaksın, kaçarsan Alman zırhlısı ile kaçacaksın! Bu kaçıştan önce bir çok önemli belgenin de imha edildiği biliniyor. Osmanlı İmparatorluğu yönetimini 200 kişinin katılımı ile gerçekleştiren 1913 Darbesi ile ele geçiren İttihat Terakki maceracı kliğinin, ülkeyi nasıl Alman emperyalizminin yayılmacı emellerinin peşinde yıkıma sürüklediğinin hikayesi, hala karanlıkta… Alman militarizmi ile olan karmaşık ilişkiler de…Anadolu’dan ve başka cephelerden çeşitli imha deneyimleri ile Almanya’ya dönen ve Frei Korps / Özgür Birlikler diye adlandırılan oluşumları yaratan gruplar, önce Sosyalist Alman Devrimini bastırmak ve Karl Liebknect, Rosa Luxemburg gibi önderlerini katletmek için kullanıldılar. Bunlar daha sonra ilk Nazi oluşumlarına dönüştü. Bir çok bakımdan gerek Türk cephesi, gerekse, Alman cephesi birbirinin ilham kaynağı oldu. Ne yazık ki, Alman Ordusunun arşivleri 2. Dünya Savaşı bombardımanlarında yokoldu. Bunun için bu arşivlerde yeralan, Osmanlı Ordusunun Genel Kurmay Başkanlığını ve Ordu Komutanlıklarını üstlenen Alman subaylarının raporlarına, 1915 Ermeni Tehciri sırasında yürütülen operasyonlara Alman katılımı konusundaki belgelere ulaşmak mümkün değil. Osmanlı Ordusunun, TSK’ne devredilen arşiv belgelerine de araştırmacıların ulaşmaları mümkün değil. Bu belgelerin ayrımsız bütün araştırmacılara açılması, karanlıkta kalan birçok parçanın ortaya çıkmasına ve resmin tamamlanmasına katkıda bulunabilir.
Soykırım kavramının oluşumu, BM Soykırım Sözleşmesi ve Ermeni örneği ile olan bağlantı
Jenosit kavramı, ilk kez Polonyalı hukukçu Raphael Lemkin tarafından 1943 yılında, Yahudi halkına yönelik Holokaust uygulamasının, daha önce yaşanmış katliam, pogrom ve benzeri kitlesel imha, yok etme edimlerinden farklılığını sergilemek amacıyla oluşturulmuş, ve ilk kez yine Lemkin’in 1944 yılında basılan “İşgal Altındaki Avrupa’da Mihver Devletleri Yönetimi” adlı kitabında kullanılmıştır. Kavram, Yunanca genos (ırk veya aşiret, kabile) sözcüğü ile Latince cide (öldürmek) sözcüğünün birleştirilmesinden oluşmuştur. Bugün uluslararası hukuk çerçevesinde “Soykırım” kavramı ise, 1948 tarihli “BM Soykırım Suçunun Önlenmesine ve Cezalandırılmasına İlişkin Sözleşme” ile tanımlanmıştır.
Bugüne kadar 135 ülke tarafından onaylanan Sözleşmenin 2. maddesine göre; Soykırım; ulusal, etnik, ırksal ya da dinsel bir grubu toptan ya da onun bir bölümünü yok etmek niyetiyle: (a) Grup üyelerinin öldürülmesi, (b) Grup üyelerinin fizik ya da akıl bütünlüğünün ağır biçimde zedelenmesi, (c) grubun fiziksel varlığının tümü ya da bir bölümü ile yok edilmesi sonucunu verecek yaşam koşulları içinde tutulması, (d) grup içinde doğumları engelleyecek önlemler alınması, (e) bir grup çocukların başka bir gruba zorla geçirilmesi eylemlerinden herhangi birine başvurulmasını kapsamı içine alır. Lemkin’in istemesine karşın siyasal amaçlı kitle kıyımları, sözleşme bünyesine alınmadı. Ermeni soykırımının inkarında savunulan tezlerden biri de, Tehcir’in siyasal nedenlerle başlatıldığı, bu nedenle sözleşme kapsamına girmediği savı.
Böyle bir uluslararası sözleşmenin varlığına karşın, bu gerek bu sözleşmenin yürürlüğe girmesinden önceki, soykırım kapsamındaki örneklerin inkarını (Türkiye örneği) engellemediği gibi, Irak Kürdistan’ı (Anfal Harekatı), Bosna, Ruvanda’da gerçekleştirilen yeni soykırımların önüne geçememiş, Cezayir gibi sömürge savaşlarında, Nijerya gibi iç savaşlarda, Vietnam gibi emperyalist savaşlarda, (bunların soykırım kapsamına girip girmediği tartışmalı olsa da), sistematik kitle kıyımlarının engelleyememiş, Kamboçya ve Endonezya (bazı araştırmacılar bunlara Stalin döneminde, Kulaklara yönelik imha uygulamasını da ekliyor) örneklerinde görülen siyasal ya da toplumsal gruplara yönelik kitlesel imha örnekleri ise soykırım bağlamında bir tartışma konusu bile olmamıştır.
Bunun en önemli nedenlerinden biri, soykırım ile ilgili bir uluslararası sözleşme olmasına, karşın, hukuki olarak bir çeşit cezalandırılmazlık (inpunity) durumunun devam etmesi, soykırım faillerini yargılayacak bir uluslararası yargı mekanizmasının çok gecikmiş olması, buna ilişkin bir uluslararası sözleşmenin oluşmasının ancak ‘90’ların sonunda mümkün olmasıdır (1998 Roma Sözleşmesi). Gerçi Yahudi soykırımının sorumluları II. Dünya Savaşından sonra Nurnberg’de oluşturulan Uluslararası Askeri Mahkeme’de yargılanmıştır. Lemkin’in bu mahkemenin danışmanları arasında yer almasına karşın, sanıklar hakkında hüküm, suçlamalarda soykırım kavramı ilk kez kullanılmasına karşın, insanlığa karşı işlenmiş suçlar kapsamında verilmiştir. Bugün artık, Ruanda ve Bosna soykırımı sanıklarının yargılandığı iki uluslararası mahkeme vardır. (ICTR ve ICY).
ABD, sürekli bir Uluslararası Ceza Mahkemesinin (ICC) yetkisini, bu süreci başlatanlar arasında yer almasına karşı tanımamaktadır. Ve Irak savaşı öncesinde, kendisine destek veren ülkelerden bu mahkemenin yetkisini tanımadıkları konusunda taahhüt almıştır. Bugün, büyük devletlerin çıkarına göre, soykırım tehdidi, “insani müdahele” tanımlaması altında, askeri operasyonlara Kosova ve Timor örneklerinde olduğu gibi gerekçe olabilmiştir. Ama Ruanda gibi örneklerde ise, hiç kimsenin kılı kıpırdamadan, bir soykırım, televizyon kanallarından naklen izlenebilmiştir. Çünkü Ruanda’nın herhangi bir petrol ya da değerli maden yatağı veya stratejik bir önemi yoktur.
Dünya Savaşında yenilen Osmanlı devleti, Batılıların baskısı ile, Ermeni halkını topyekun imhaya yönelik 1915 Ermeni Tehcirinin bazı sorumlularını 1919 yılında Askeri Mahkemede yargılamış, Talat Paşa ve Enver Paşa gibi baş sorumlular gıyaplarında idama mahkum olmuşlardır. Bu mahkemenin idama mahkum ettiği Boğazlıyan Kaymakamı daha sonraları Ankara yönetimi tarafından ‘şehit’ ilan edildiği gibi, baş sorumlu Talat Paşa’nın cenazesi Nazi Almanya’sı tarafından 1943 yılında Türkiye’ye gönderilmiş ve Hürriyet Tepesinde devlet töreni ile defnedilmiştir. Süleyman Demirel’in devlet başkanlığı döneminde ise, Enver Paşa’nın cenazesi Orta Asya topraklarından getirilip törenle Hürriyet Tepesine gömülmüştür.
Türkiye 1948 tarihli Soykırım Sözleşmesini ilk izleyen ülkeler arasında yer alırken, örneğin ABD bu sözleşmeyi imzalamak için 1986 yılını beklemiştir. Belki de bunun nedeni, elinde nükleer kitle imha silahları bulundurması ve sembolik Russell Mahkemesi tarafından bir soykırım olarak nitelenen Vietnam Savaşı idi.
Ragıp Zarakolu

Evrensel'i Takip Et