10 Eylül 2010 00:00

Amerikalılığı bırakan kiralık katil


Soğukkanlı katil diye bir laf var ya, herhalde en çok film anlatırken kullanılıyor. Çoğumuz adam öldürmenin nasıl bir his olduğunu bilmediğimiz için, ancak tahmin edebiliyoruz ve hani bir insanın hem katil hem soğukkanlı olması, onu hepten filmlere layık biri yapıyor gözümüzde.
İşte Centilmen, bunun tersi. Huzursuz bir kiralık katilin öyküsünü anlatıyor. Jack işini iyi yapan bir tetikçi, yani tanıyanlar öyle diyor en azından. Ama ufaktan emekliliği gelmiş gibi bir rüzgar esmeye başlıyor. Her işten sonra yaptığı gibi küçük İtalyan kasabasına gitmeler, “Eskisi kadar iyi değilsin” iğnelemeleriyle birleşince biz öyle hissediyoruz en azından. İnziva halleri bu, yani, katillik mesleğinin adı geçti diye çok tempolu bir film beklemesin kimse. Köyün papazıyla dost olma, güzel bir kadınla tanışma, en ciddi aksiyonu.
Ha derseniz ki, adı Centilmen olan filmden aksiyon beklediğimizi nereden çıkardın, verecek cevabım yok. Çünkü “The American” olan orijinal ad, Centilmen’e dönüşünce bir kopukluk oluyor ister istemez.
Papaz abinin de Centilmen’e değil ama geçmişinden hiç söz etmeyen, bir geçmişi yokmuş gibi davranan Amerikalı’ya dediği gibi; “Siz Amerikalısınız, tarihten kaçabileceğinizi sanıyorsunuz.”
Jack sadece tetikçi değil ama, zanaatkar bir yanı da var. Araba için kullanılan birtakım malzemeleri de alarak epey teferruatlı bir silah yapıyor. Son aldığı iş bu; bir suikastte kullanılacak silahın imalatı. Suikast hiç Amerikan işi değil ama, hani silahı alıp, ondan sonra uysa da öldürürüz, uymasa da öldürürüz diye patır patır cinayet işlemiyorlar. Plan pek incelikli. Jack’e koşulları sayıyorlar, mesafe şu, vakit şu, gürültü şöyle diye, o koşullarda kullanılacak olan silahı, o tek seferlik kullanım için imal ediyor. Silah yapılıyor, deneniyor, ona göre modifiye ediliyor falan, filmin geneline yayılan iş bu.
Huzursuzluk da, Jack’in biraz zayıf düşmesiyle ilgili bir mesele olsa gerek. Hani, pek konuşkan bir adam olmadığı için, net olarak açıklamıyor sonuçta. Ama özellikle Clara ile kurduğu duygusal ilişki, hepten etrafına gerginlikle bakmasına neden oluyor. Geceleri uykulardan uyanıyor, sürekli kulakları dikip sesleri dinliyor. Çekilecek şey değil yani.
Centilmenlik yapıp lafımı esirgeyecek değilim: Filmde, kimin kimi neden vurduğu, polisin neden cinayetleri kurcalamadığı gibi epey boşlukla dolu bir olay örgüsü var.
Yine filmin adından gidecek olursak, bir Amerikalı kitlesel olarak imha işini bıraktığı, tetiği çekmekte duraksadığı anda, biraz Amerikalılıktan uzaklaşıyor. Film biraz da bunun hikayesi. İtalyan kasabasına uyma halleri, Sergio Leone’ye gönderilen selam derken filmdeki ve Amerikalılık oranı düşme eğiliminde.
Western filmine ama spaghetti western’lere bir gönderme var. Zaten film, modern bir western gibi sunuluyor. Benzetme az çok olmuş, filmde öyle bir hava var hakikaten. Özellikle de Bir Zamanlar Batıda filminin göründüğü sahneden sonra o çağrışımın akıldan çıkması zor. Ama film, western filmindeki uzaklara bakıp düşünen katil gibi yakın kafa planları üstüne kurulu değil ya, bu onu başka türlü bir estetiğe sürüklüyor.
Çünkü Centilmen’de yönetmen Anton Corbijn, George Clooney’i daha çok silahını söküp takarken, tamirat işleri yaparken, ya da günlük çeşitli hallerinde “iş üstünde” göstermeyi daha çok tercih ediyor. Bu da şu demek; birçok western’de olduğu gibi yalnız kovboyun “cool” endişesini estetize etmiyor. Amaç özdeşleşme ve özenme duygusu değil demek ki, bu da güzel bir şey.
Centilmen, huzursuzluk gibi gündelik ve olağan bir duyguyu, kiralık katillik gibi hiç rastlanmayacak bir işin üstünden anlatmanın üstesinden gelmiş. Clooney’in komedi filmlerine daha çok yakışan biri olduğunu düşünmekle beraber, tedirginliğini seyirciye aktarmada başarılı olduğunu kabul etmeli.


www.gulenbiyik.com
Centilmen
Orijinal adı: The American
Yönetmen: Anton Corbijn
Oyuncular: George Clooney, Violante Placido, Thekla Reuten, Paolo Bonacelli


ÖTEKİ YENİLER

Bilgisayar oyunlarının güzel tarafı şu. Oynuyorsunuz, oynuyorsunuz ve bitirmeyi amaçlıyorsunuz. “Şu oyunu bitirdim” demenin pek muzaffer bir edası var.
Ama o oyunu alıp film yapıyorlar. Onu bitirebilene aşk olsun. Resident Evil da dört olmuş. Olmuş olmasına da, hangisini izlemiştik, hangisi daha iyiydi, bu öncekilerden ne kadar farklı, bunları bile cevaplaması güç.
Bu kez öykü, Alice’in virüssüzleştirilmesiyle başlıyor. Böylece her yandan atlayıp zıplayan, bir kerede Kara Murat’tan daha fazla adamı tepeleyen kadın, normal sizin benim gibi bir insana dönüşüyor. Sonra, biraz tanıdık tarafından hikaye devam ediyor. Virüsün bulaşmadığı başka sağlıklı insanlar var mıydı, zombilerden nasıl kurtulurlardı gibi malum sorular ışığında, Claire gibi eski dostlarla, meşhur basketbolcu, itici yapımcı gibi yeni karakterlerle, yola düzülüyorlar.
Güzel bir espri, cezaevine geldiklerinde, alt katta kilitli tutulan adamda patlıyor. Bizde Büyük Kaçış diye gösterilen meşhur hapishaneden kaçış dizisi Prison Break’ın başrolündeki Wentworth Miller, herkesin kaçtığı hapishanede kapalı kalan tek adam olmasın mı?
Milla Jovovich, masum bir genç kız görüntüsünden belki çoktan uzaklaşmıştı da, ben yeni fark ediyorum, o konuda çok ısrarlı değilim.
Çok sıkı bir hayranı olmayanlar, bu filmi de diğerlerinden ayırmakta zorlanacak. “Dörtte şu mu anlatılıyordu, yoksa o üç müydü?” Ama bir tek kaydadeğer fark var, o da bu filmin üç boyutlu olması. Üç boyut konusunda da şunu söylemezsek hatırı kalır; filmi bir bilgisayar oyunu estetiğiyle yaptıkları için, belki bilgisayar oyunları için alışılmadık üç boyutluluk hali izleyeni çekebilir.

Orijinal adı: Resident Evil: Afterlife
Yönetmen: Paul W. S. Anderson
Oyuncular: Milla Jovovich, Wentworth Miller, Ali Larter,
Spencer Locke


ADELE'NİN OLAĞANÜSTÜ MACERALARI


Her filmiyle biraz daha piyasa işi eserler ortaya çıkaran Luc Besson, bu kez aksiyonsuz film yapmaya karar vermiş. İsabet olmuş.
Adele, bir çizgi romandan uyarlandığını görüntüsüyle değil ama karakterleriyle belli eden bir film. Arkeoloji ve tarihle ilgili bir gazeteci genç kadının öyküsünü anlatan bir diziymiş. Filmi izledikten sonra da hâlâ bu kadının ilgi ve iş alanını tam anlayamasak da hikayesi şöyle:
Mısır'da firavunun mezarından birlikte gömüldüğü doktoru çıkarmayı kafasına koyan kadın, Mısırlıları alt edip bir şekilde amacına ulaşıyor. Sonraki adım, ölümden sonra yaşam konusunda kitabı olan bir bilim insanının yardımıyla, doktoru diriltmek. Amacı, bu filmin duygusal kısmı, hasta ikiz kardeşine yardım etmek.
İçinde ölüyü diriltme ve bilmem kaç milyon yıllık yumurtaya can verme gibi epey fantastik unsurlar içeren öykü, kabul etmeli ki eğlenceli. Özellikle polisler, sokaktaki sarhoş, izlemesi keyifli karakterler. Kendine güvenen genç kadın, yani ana kahraman da oldukça sempatik. Önce başroldeki Louise Bourgoin olmak üzere, oyuncuların taşıdığı Fransız komedisi, hiç sekmeden güldürmeyi eksik etmiyor.
Bir mesele ister istemez akla takılıyor, o da filmde Mısır'a yönelik olan Fransız kibri. Çağdaş Mısırlıların kirli suratlı, yırtık elbiseli adamlar olmaları bir tarafa iş bilmez, uyanık halleri izlerken sinirleri zorluyor.
Aynı kibrin, göçmen Andrej'i de genç kadına açılmaktan alıkoymaması, tek tesellimiz.

Orijinal adı: Les Aventures Extraordinaires D'Adele Blanc-Sec
Yönetmen: Luc Besson
Oyuncular: Louise Bourgoin, Mathieu Amalric, Gilles Lellouche, Jean-Paul Rouve
Çağdaş Günerbüyük

Evrensel'i Takip Et