20 Şubat 2011 00:00

‘Kadrolu tipleme”lerden size de gına gelmedi mi? Yeni bir film ya da TV dizisinin jeneriğine baksak, oyuncuların isimlerinden tek tek tiplemeleri çıkarır, onunla da kalmaz hikayeyi çözer, finalini bağlayıverebiliriz. Mafya karakterler, masum ve güzel kızlar, bitirim abiler, öğreten adamlar, kötü kadınlar, şefkatli analar, kahramanlar, kahramanın cefakar yarenleri, seksi kadınlar, arkadan vuran, önden gülenler... Hürremli de olsa, Fatmagüllü de, Polatlı da; neler olacak, kim ne yapacak hepimiz biliyoruz. Karşı sayfadaki sinema yazılarını özlediğiniz, şimdi askerde olan kankam Çağdaş’la beni görünce şaşkınlıkla; “Aaa şunlara bak, dizi bıyığı bırakmışlar” deyivermişti orta yaşlı bir zat-ı muhterem. Yuh değil de ne?
Selen Uçer üzerinden karakter tayini yapmaya kalkarsanız, büyük ihtimal çuvallarsınız. Zira kendisi komedi ya da dram, çirkef kadın ya da şirin genç kız, değişik hallerde karşınıza çıkabilir. Çok enteresan bir şeyden bahsetmiyorum. Oyuncu denen şey farklı farklı karakterlerin altından kalkmak değil miydi zaten?
‘Cam’, adlı tiyatro oyunu, modern zamanların insanını güven, samimiyet gibi bağlamlarda sorgulayan; mizah ve kurgu gücü yüksek bir oyun. Levent Kazak’ın yazdığı, Laçin Ceylan’ın yönetmenliğini üstlendiği ‘Cam’da rol alan Selen Uçer, açıkcası bayağı başarılı. ‘Cam’ın ‘enteresanlığı’, yukarıda anlatmaya çalıştığımız klişelerden uzak, çok boyutlu karakterlere sahip oluşu. Kendimizi yerine koymak istediğimiz kimse yok mesela. Hepsi zaafları ve zayıflıklarıyla gerçek karakterler çünkü. Karakterlerin inşasında yönetmen ve senarist kadar; Selen Uçer’e eşlik eden Mete Horozoğlu, Dolunay Soysert, Deniz Çakır ve Bülent Alkış’ın da katkısı büyük.

Sinema ya da dizi dünyasında kadın karakterler neden bu kadar tipik oluyor. İyi kadın, melaike, şeytan, düzenbaz kadın…
Bir de anne kadın. Bence üç tane var: Anne, iyi kadın ve kötülük timsali. Bir de “pasif iyi arkadaşlar” olur. İyi kadının hikâyesini anlatmaya yarayan, aslında anne tipinin genci olan kadın. Hikâyesini hiçbir zaman merak etmediğimiz, öğrenmediğimiz… Niye bu klişeler üzerinden yazılmış senelerce? Çünkü maço bir toplumda yaşıyoruz. Fakat kadınlar sinema senaryolarında son dönemde az da olsa gerçekten kendi hikayelerini anlatmaya başladılar. Ama hala esas hikâye erkek karakterler üzerinden anlatılıyor. Yani erkek karakter bir dolu şey yaşarken, arada ilişki kurduğu kadın tipleri var: annesi, sevgilisi ya da kötü kadın, o kadar. En azından o kadınlar üç boyutlu olsa...

Sinemadaki kadın-erkek ilişkisini nasıl buluyorsun?
Hayatta da süre giden kadın-erkek diyalogsuzluğu gibi işte. Sinema sokakta ne varsa onu yazar ve millete anlatır ya... Yeni yeni derinleşilebiliyor belki, ki ondan da emin değilim… Benim derdim kadın hikayesi anlatılsın falan değil; bir hikaye anlatılıyorsa onu bütün boyutlarıyla görelim istiyorum. Şu anda Hürrem Sultan konuşuluyor. Neden? Çünkü şehzadeyi yetiştiren o anneler. Kadın figürü her zaman arkada duran ve her şeyi oradan maniple eden bir şekilde çiziliyor. Sessiz ama aslında çok etkili falan... Bir klasik aile sofrasında o kız çocuklarının istediklerini rahat rahat söyleyememeleri gibi sinemadaki kadının durumu da… Beni bırak herkes sıkıldı, artık yemiyor eskisi gibi. Anneler yemek getirir, eşler “Örgümü örüyorum, seni bekliyorum” der, kötü kadın “Hadi bu gece bana gel” der. “Hadi bu gece bana gel” diyen kadın daha sonra ne yapar, ağlar mı, kendi hırsı nedir? Derinlemesine ve renkli görmemiz lazım her karakterin hikayesini.

‘VESİKALI YARİM’ ÇOK FARKLI
Yeşilçam’da kadın klişesinin dışına çıkmış bir film var mı aklında?
Yeşilçam’da oynayanlar farklı olsa da hikaye hiç değişmemiş. Vesikalı Yarim’i özel bulurum. Orada Türkan Şoray’ın oynadığı Sabiha karakteri sözüm ona kötü kadındır ama güçlü olan odur. Adam bir kavgada cinayet işler, “Ben yaptım” der Sabiha, adamın cinayetini üstlenir, adam geri durur. Ve “İşte şimdi bittim ben” der adam, böyle bir replik var. Erkek kadını kendinden daha güçlü görünce afallar ve ondan sonra da evdeki karısına döner. Çünkü orada daha güçlü bir şekilde kadın erkeği kapsamıştır. Erkek kadını kapsamak üzerine büyütülürken burada çok başka çok önemli bir şey olur. 1968 yılı için çok iddialı bir yapımdır. Vesikalı Yarim’le ilgili okuma yapıp, kendim de üzerine bir şeyler yazmıştım. İlerleyen dönemde Kadının Adı Yok tarzı filmler çıktı ama sonra da o tarz kadınlar klişe oldu.

Gerçekçi kadın karakter yaratmak işini ancak kadın yönetmenler yapabilir şeklinde bakanlar var…
Benim umduğum erkek yönetmenlerin de bunu yapabilir olması. Yani “Kadınlar kadınları çeksin, erkekler erkekleri” gibi bir şey olamaz zaten. Kadının hikayesinin detaylarına girmeyi istemek gerekiyor o kadar. Juliette Binoche’un oynadığı filmleri bir erkek çekmiş ama öyle güzel kadın rolleri mi var? Geçenlerde Sophie’nin Seçimi’ni tekrar izledim ki yönetmeni çok iş yapmış biri de değil ama öyle şahane ki kadın rolü… Meryl Streep çatır çatır oynuyor yine.
KADINLARIN BİRLİKTE İŞ YAPMASI PEK MÜMKÜN OLAMIYOR
Buradan ‘Cam’a gelirseniz oradaki kadın karakterler hakkında neler söyleyebilirsin?
Cam’da iki kadın aynı sınıftan. Biri resim okumuş, mesleğini çok iyi götürmemiş, ders vermeye başlamış; diğeri de reklamcı, şehirli-çalışan kadın örnekleri. Üçüncü kadın ise daha memurvari bir işte çalışıyor, hayatı nispeten daha zor olan bir kadın. Üç kadın, o resim atölyesinde karşılaşıyor. Şehirli kadınların arasındaki durum; kendine, arkadaşına ve sevgilisine samimiyetin, dürüstlüğün yok olmasıyla ilgili. Kendi aralarında bunlarla uğraşırken farklı bir yerden gelen bir tip -benim oynadığım üçüncü tip- durmadan orayı burayı deşiyor ve bir çatışma yaratıyor. O çatışma da iyi bir malzeme çıkarıyor bir anda ortaya.

Ne tür bir çatışma ortaya çıkan?
Sınıfsal, ekonomik, sosyal çatışma aslında temelde. “O da olur, bu da olur” şeklinde takılan, seçimlerini net yapamayan insanlar bir sürükleniş yaşıyor. Metropol yaşamın da rolü var bu sürüklenişte tabii. Birbirine yakın olan iki kadın ve Mete Horozoğlu’nun oynadığı Memet karakteri daha böyle bir kesimi anlatıyor. ‘Cam’ da bu sürüklenişin minicik bir değişiklikle kadın ve erkek için ne kadar farklı taraflara gittiğine mizahi olarak bakıyor. Yani bir şehri, ya da insan ilişkilerini filan anlatmıyoruz. Kişilerin kendileriyle, dürüstlükleriyle ilgili güncel bir hikaye anlatıyor ‘Cam’.

Senin canlandırdığın Neslihan karakteri nasıl ayrılıyor diğer ikisinden?
Neslihan İstanbul’a okul için gelmiş, üniversiteyi okumuş, iş bulmuş, kocasıyla üniversitede evlenmiş, daha sonra aldatılmış, terk edilmiş, yalnız kalmış bir kadın. Bir banka çağrı merkezinde çalışıyor, çok asosyal ve sıkıcı bir hayatı var. Bir yerlerden girmek istiyor. Medya ve sosyal ortamın bizi aynılaştırmaya çalışan bombardımanına Neslihan da uğruyor haliyle. Kendi realitesi, o oldurulmaya çalışıldığı karaktere hiç uymasa da gayret sarf ediyor kadıncağız. “Ay resim öğreneyim” diye girdiği atölyede uyumsuzluğuyla çatışma çıkarıyor.

Oyunda, kadınlar arasındaki ilişkide bir sahtelik göze çarpıyor...
İki kadının yan yana gelip iş yapması pek mümkün olmuyor zaten çoğu zaman. Erkekler, egolarını ya da birbirleriyle itişmelerini daha kolay bir kenara koyarak iş yapabiliyorlar. Erkek, küçüklüğünden beri çalışmak üzerine yetiştirildiğinden, sorun yaşasa da işi sürdürebiliyor. Ama iki kadının yan yana durması, hep baskı altında yaşamış olduklarından genelde problemli oluyor. İki erişkin kadının birbirlerine samimi olması gerçekten çok zor. Büyük güçlüklerle boğuşarak sokakta var oluyorsun ama yanındaki kadın da zorluk çıkarıyor sana.

Erkekler en kötü kavga dövüş çözüyorlar sorunlarını bir şekilde...
Daha dürüst bir şey kavga etmek. Kadınlar zaten dürüst olmamaya alıştırılmışlar. Yemek masasında “ya aslında ben vidi vidi” ye alıştırılmışlar ya, kendi aralarında dürüst olmayı başarmalarını güçleştiriyor bu alışkanlıklar.

KAPİTALİST KAFAYLA HIRSLANDIKÇA YANLIZLAŞIYORUZ
Cam diğer taraftan başta karı-koca olmak üzere genel olarak ilişkilerdeki ikiyüzlülüğe, plastikliğe yükleniyor. Sence bu tip davranış arızalarının yaşadığımız çağla bir ilişkisi var mı?
Elbette, daha hırslı artık insanlar, daha kapitalist bir kafayla yaşamak zorundalar çünkü. Herkes birtakım statülere yükselmeye çalışıyor. Daha yalnız bir çağ diğer yandan. Yalnız, mutsuz olunca o zaman hırslar daha güçlü oluyor. Önüne konulan şeyi “Ben kapayım” diyor herkes, bu durum herkesi bencilleştiriyor.

İnsanların ne istediklerini gerçekten bilmediğini söyledin. Neden böyle?
Andy Warhol’un dediği “Herkes bir gün 15 dakikalığına meşhur olacak” durumu var ruhlarda. Herkes ilgi istiyor. Büyük bir rekabet ortamında önce karnını sonra da sevgi açlığını doyurma telaşında insanlar. Neden herkes beni izlesin isteği var ki? Aç büyüyoruz, aç yetişiyoruz. Bu önce ekonomik sonra ruhen. Sevgiye açız ama birisi sana telefondan mesaj atarken o yazdıklarının doğru olup olmadığından bile emin değilsin aslında. Kendinin dürüst olmadığını bildiğin için karşındakinden de dürüst olmasını beklemiyorsun. Kendine dürüst olmayı becermek ve ona niyet etmek için eğitilmiyoruz küçüklükten. Bu karışık kafayla ne istediğimizi nasıl bilebiliriz ki?

Oyunda yerinde olmak isteyeceğimiz bir kahraman yok, değil mi?
Öyle ve bence bu çok güzel bir durum. Çünkü bütün karakterlerin iki tarafı var; iyi ve kötü. Hepsinin açıklarını görüyoruz. Zaten bence kahraman diye bir şey yok. En kahraman kişinin bile bir sürü negatif yönü, zayıf tarafı var. Oyundaki karakterler bu açıdan çok daha gerçek ve üç boyutlu. Hayattaki gibi, melodramlardaki gibi değil... Bir insanın her yönünü gördüğünde hoşlanmadığın şeyler çıkabilir ama gerçektir sonuçta ve gerçek bir ilişki kurabilirsin.

Bu açıdan bakılırsa bütün karakterler antikahraman…
Evet aynen öyleler. Zaten hepimiz antikahramanız. İşinde çok iyi olmuş, müthiş şeyler becermiş biri de antikahramandır özel hayatında belki de. Bunu öğrensek ne değişir ki?… Kimin hayata ne verdiği önemli…


OYUNCU DEDİĞİN KENDİNDEN FARKLISINI OYNAR
Yapımcılar üzerine belli tipte roller yapışmış oyuncuları çok daha “güvenilir” buluyor. Malum büyük para yatırıyorlar. Seksi kadın, yuva yıkan kadın, güvenilecek kadın gibi gibi… Siz komediden, drama geniş bir skalada oynuyorsunuz.
Direnmek lazım bence bu duruşta. Erkekler için bu daha kolay. Olgun Şimşek müthiş bir komedyendir ama kötü adamı da oynuyor, tatlı adam da oynuyor. Kadınlarda bunu yapabilen daha az. Çünkü daha fiziksel bakılıyor. Ben ilk başladığım zaman hep doğaçlama, doğaçlama komedi oynadım. Boğaziçi Oyuncuları da kara komedi yapan bir ekipti. Oralardan sonra sinemada oynadıklarım ağır dramatik roller oldu. Kötü kadını da oynadım komik kadını da. Tabii bu oyuncu için büyük bir şans. TV’de “Deli Saraylı” uzun zamandır beklediğim bir şeydi. Ben şehirli bir tipim sonuçta ama oradaki karakter Antep’ten İstanbul’a gelmiş, saraylı ailenin içine hizmetçi olarak girmiş, çok farklı ve eğlenceliydi. Oyuncu dediğin kendisinden farklısını oynar, benim öğrendiğim bu.

‘Cam’daki tiplemeler çok tipik, tanıdık aslında… Ama sizin kattığınız orijinallikler rolleri uçuruyor sanki…
Muadili çok olsa bile özel şeyler yapmak mümkün bence. Benim role bakarsan, ilk yazıldığı haliyle, yalnız kadın, asabi falan… Ama onun içindeki değişimi gösterme imkanı oldu Laçin Ceylan’ın yönetimiyle. Oyuncuları tekstin üzerinde doğaçlamalar yaptırarak çalıştıran biri. Böyle olunca bir tekste bir şeyler kattık. Benim oynadığım rolde bunun alanı daha rahat olabildi. Baskı altında, kendini sıkmış bir tip, patlaması da mizahi oldu tabii. Çok severek yaptığım bir iş oldu çünkü klişeler dışında o kadının patlamasını ve değişimini oynayabildim.

BOĞAZİÇİ’NE KİMYA OKUMAK AMA OYUNCU OLMAK İÇİN GİTTİM
Annen baban kimyacı. Sen de kimya okumuşsun...
Annem bayağı faal çalışan bir kadındı ve ben de bir çalışan kadının çocuğu olarak “Kadın olarak ekmeğini eline alman lazım” diye büyütüldüm. Anneannem de Türkiye’nin ilk kadın öğretmenlerinden. Yani üç kuşaktır çalışan kadın bizim anne tarafı, teyzem de mimardır. Ben 15 yaşımda oyuncu olmaya karar verdim ama bunu yapabilmem zaman aldı. Mühendis bir ailenin çocuğu olarak konservatuvara gitmeyi seçemedim o dönemde. Yeterince kararlı olamamışım, biraz şaşkındım galiba. Kimya okumuş olsam da Boğaziçi’ne oyuncu olmak için girdim. Bunu yakın arkadaşlarım bilir ama bu dışarıdan deliliğin daniskası. Çocuk ne yapmak istiyorsa onu yapmalı, küçüklüğünden beri ailesi ona destek olmalı. Ama ekmek kavgası içinde geçen hayatta zor belki de çocukların bu eğitimi.
Devrim Büyükacaroğlu

Evrensel'i Takip Et