16 Nisan 2004 21:00
Avrupa'ya adını veren Asyalı güzel
evropa
DİĞER HABERLER
İskenderiyeli ozan Moskhos'un bir şiirinde anlattıklarına bakılırsa, bugünkü Avrupa kıtasına adını veren Doğulu güzelin adı "Evropa"dır; ülkesi de Suriye'dir.
Bilindiği gibi, Olimpos Dağı'ndaki görkemli sarayında oturan tanrılar tanrısı Zeus; hem kendi buyruğundaki tanrıçalara, hem de yeryüzündeki ölümlü güzellere sık sık gönlünü kaptırmaktadır. Zaten Zeus, bir zamanlar baştanrı olan babasını öldürüp onun tahtına kurulduğundan, bütün tanrıları buyruğu altına aldığından ve evrenin egemenliğini eline geçirdiğinden beri, böylesi serüvenleri sonuna dek yaşayıp gitmiştir. Ne var ki o; tartışmasız tek egemen olmasına karşın, serüvenlerinin yer aldığı ve kendi buyruğu altındaki uçsuz bucaksız evrende ve hatta bir nokta kadar bile değeri olmayan küçücük dünyamızda çevirdiği dolapları; Hera'nın kıskanç gözlerinden kaçırabilmek için, örneğin kendini bazen bir boğaya, bazen bir kuşa dönüştürmekten çekinmemektedir...
Bir bahar sabahı, gene böyle, Olimpos'taki sarayında erkenden uyanmıştı. Artık orada tekdüze sürüpgiden perikızlarının danslarından, aralıksız içki âlemlerinden, tanrıçaların anlamsız kavgalarından bıkıp usandığını hissediyordu. Zaten geceleyin karısı Hera'yla, bir konu üzerinde -kuşkusuz bir aşk serüveninden kaynaklanan kıskançlık yüzünden- uzun uzun, geç saatlere dek tartışmışlardı. Bu yüzden, içine düştüğü bunalımdan kurtulmak için bir fırsat kolluyordu.
Kızımızı Avrupa'ya vermeyiz Dünyada her zaman gönül eğlendirici, beklenmedik avuntuların bulunabildiğini bildiğinden olacak, sarayındaki penceresinden yeryüzünü gizlice dikizleyip taramaya başladı. Bir ara bakışları Suriye üzerinde odaklandı. Orada, denize yakın evinde, güzeller güzeli, Asya kıtasının en ünlü kızı Evropa yeni uyanmış; gördüğü bir düşü kendi kendine yorumlamaya çalışıyordu. Düşünde, şimdiki adı Avrupa olan kıta, onu alıp kendi ülkesine götürmek istiyordu. Bu alıp kaçırma olayının gerçekleşebilmesi için de, Baştanrı Zeus'un Avrupa kıtası adına elinden geleni esirgemeyeceğini ekliyordu sözlerine. Bunun üzerine Asya kıtası da, "Hayır, biz güzel kızımızı Avrupa'ya vermeyiz; O bizim özkızımızdır!" diye diretiyordu. Uyku sersemliği içindeki güzel Evropa, bir süre bu düşü yorumlamaya çalıştıysa da, kendisini yatıştıracak bir açıklamaya ulaşamadı. "Hayırlısı neyse o olsun!" anlamında elini silkeledi. Üstelik bu düş üzerinde uzun boylu kafa yoracak kadar zamanı da yoktu. Çünkü o gün için diğer kız arkadaşlarına söz vermişti; kırlara çiçek toplamaya gideceklerdi... Evropa; demircilerin tanrısı ve Afrodit' in kocası topal Hefaystos'un tunçtan ördüğü o güzel sarı sepetini alıp doğruca, deniz kıyısındaki rengârenk çiçeklerle bezenmiş tarlalara gitti. Orada buluştuğu yaşıtları olan güzel kızlar arasında, parlak sabah yıldızı gibiydi. Sepetini, sanki sırf onun için açmış gibi görünen en güzel çiçeklerle dolduruyordu. Uzun süre faltaşı gibi açılmış gözleriyle Evropa'yı izleyip süzen Baştanrı Zeus; aklından geçen şeytani düşünceler yüzünden olacak; gülümsedi... Karısı Hera'dan ürktüğü için de, ne olur ne olmaz diyerek, kendisini alımlı ve bıçkın bir boğa şekline dönüştürdü. Hemen ardından, doğruca Evropa ve arkadaşlarının çiçek topladığı tarlaya girdi usul usul; utanıyormuşçasına çekine çekine... Kızlara yaklaşınca da, çiçeklerin arasına yatıverdi...Onu ilk gören Evropa oldu ve onun öyle yatıvermiş haline bakarak gülümsedi. Kendi kendine içinden bir şeyler mırıldandı: "Sırtına bindirip gezdirecek bizi Öyle tatlı, öyle güzel bir boğa ki bu, Hiç boğaya benzemiyor, iyi bir insan gibi Ne var ki konuşmuyor..." Gülümsemesini sürdüren Evropa, çocuksu bir sevecenlikle boğanın sırtına oturdu. Kendisini yeni fark eden arkadaşlarına da, "gelin" işareti yaptı. Ama Zeus da aynı anda ayağa fırladı ve sırtına aldığı kızı fırtına gibi uçurarak, az ötedeki denize vurdu kendini. Kendisinin fırlattığı yıldırımlar yüzünden kılıçla bölünmüşçesine yarılan deniz, dümdüz bir yol açtı boğaya. Neye uğradığına bir anlam veremeyen Evropa; haliyle düşmemek için, bir eliyle boğanın boynuzuna tutunmaya çalışırken, öteki eliyle de ıslanmaması için, mor eteklerini toplamaya çalışıyordu. Deniz perileri Nereidus'lar boğaya kılavuzluk ederken, deniz tanrısı Poseydon da, en önde gidiyordu.
Boğa, tanrı mı? Poseydon'un yanında da, durmadan elindeki boruyu öttüren Triton vardı. Gördüğü bu garip yaratıklardan büyük bir ürküntüye kapılan Evropa, bu boğanın bir tanrı olabileceğini düşünmeye başladı... Korkuyla boğanın kulağına eğildi ve bu yolsuz yolaksız denizlerin ortasında, kendisini bırakıp kaçmaması için yalvardı. Boğa da ona, kendisi hakkında bir tanrılık varsayımında bulunmuş olmakta yanılmadığını söyledi: "Ben tanrılar tanrısı Zeus'um! dedi. Bu sabah Olimpos'taki sarayımdan seni izledim; sana tutuldum. Korkma..." Kız biraz korkularından sıyrılır gibi oldu. Sonra boğa, başını sırtında oturan kıza doğru çevirdi: "Seni Girit adasına götürüyorum. Orada sarayımız, çocuklarımız olacak..." dedi. Baştanrı Zeus'un dediği oldu. Asya'dan koparıp getirdiği güzel kız Evropa; bir taraftan adını yeni geldiği topraklara verirken öte yandan nurtopu gibi üç oğlan çocuğu getirdi dünyaya... Bu çocuklardan Minos ile Radamantis; yeryüzündeki yaşamları süresince, dünya ve insanlar karşısında hep adaletten, sevecenlikten ve hoşgörüden kaynaklanan davranışlar sergilediler. Bu yüzden de ölümlerinden sonra, ölüler dünyasında başyargıçlığa getirildiler... Bu efsaneden de anlıyoruz ki, Baştanrı Zeus; bu çocuklarına ölümsüzlük gibi bir ayrıcalık bağışlamamakla, biz insanoğullarına olan kinini ve hıncını bir kez daha ortaya koymuştur. Çünkü Minos ile Radamantis'in ölümleriyle birlikte acılı dünyamız; onların kısacık yaşamları sürecinde dağıttıkları ve ölümleriyle bir ortadan kalkan ve yalnızca efsanelerde yaşayan o dört dörtlük adaletin ve hoşgörünün her zaman yoksunluğuyla yaşadı; ve sürekli olarak, özlemle hep onları aradı...
Homeros'un başı gövdesiyle buluştu İlyada ve Odesa destanlarının yazarı olan ve İzmir'de doğduğu kabul edilen ozan Homeros'un Helenistik döneme ait heykelinin başı yıllarca süren tartışmalardan sonra Efes Müzesi'nden İzmir'e getirilerek, gövdesiyle birleştirildi. İzmir Arkeoloji Müzesi Müdürü Mehmet Taşlıalan, Homeros heykelinin gövdesinin 1950 yılında Klaros'ta (Ahmetbeyli) kazı yapan Lui Robert tarafından ortaya çıkarılarak İzmir Arkeoloji Müzesi'ne getirildiğini, başının ise 30 yıl sonra aynı yerde bulunduğunu ve Efes Müzesi'ne götürüldüğünü belirtti. Heykelin baş ve gövde bölümünün birleştirilmesi için 1992 tarihinden bu yana girişimde bulunulduğunu dile getiren Taşlıalan, "1992 yılından bu yana heykelin başı ile gövdesi birleştirilemedi. 12 yıl boyunca 'gövde Efes'e getirilsin, baş İzmir'e getirilsin' tartışmaları oldu. Ancak uzun uğraşlardan sonra İzmirli kabul edilen Homeros'un heykelinin İzmir'de bulunması gerektiğini belirterek, heykelin başını müzemize aldırdık" dedi.
Homeros kimdir? Genel görüşe göre Homeros, İonia'daki Smyrna'da doğdu ve M.Ö. 750-700 yılları arasında yaşadı. İzmirli olan babası Maion, genç yaşta ölünce Homeros'un yaşamı zorlaşmış ve annesi onu Kyme'deki ailesinin yanına götürmüş. Orada da olmayınca Homeros'u Larisa'daki dayısının yanına bırakmış ve kendisi İzmir'e dönmüş. Bazı zengin ailelerin yün yıkama, eğirme işleriyle, evlerin hizmetçilik işlerinde çalışan annesi, Homeros'u İzmir'de okulu, dershanesi bulunan ve gençlerin eğitimiyle ilgilenen bir öğretmene vermiş. Öğretmeni ondaki güçlü belleği, şiir-şarkı birikimini ve yeteneği keşfederek onu işlemeye çalışmış. Homeros büyüdükçe, eğitimi ilerledikçe adı ve ünü yayılmaya, yakın, uzak şehirlerde aranmaya başlanmış. Homeros ozan olarak yollara düşmüş, kuzeydeki savaş ve destan kaynağı olan Troya'ya kadar bütün Aiollia şehirlerini, güneydeki İonia şehirlerini ve Adaları gezip kopuz çalmış. Destan, şiir, şarkı söylemiş ve yeni derlemeler yapmış. Bazı şehirlerde uzun süre kalıp sanatı icra eden Homeros'un gözlerinin kör oluşu, belleğinin gücü, sesinin ve sazının etkileyiciliği onu çağının en büyük destan şairi, en ünlü sanatçısı yapmış.
Kızımızı Avrupa'ya vermeyiz Dünyada her zaman gönül eğlendirici, beklenmedik avuntuların bulunabildiğini bildiğinden olacak, sarayındaki penceresinden yeryüzünü gizlice dikizleyip taramaya başladı. Bir ara bakışları Suriye üzerinde odaklandı. Orada, denize yakın evinde, güzeller güzeli, Asya kıtasının en ünlü kızı Evropa yeni uyanmış; gördüğü bir düşü kendi kendine yorumlamaya çalışıyordu. Düşünde, şimdiki adı Avrupa olan kıta, onu alıp kendi ülkesine götürmek istiyordu. Bu alıp kaçırma olayının gerçekleşebilmesi için de, Baştanrı Zeus'un Avrupa kıtası adına elinden geleni esirgemeyeceğini ekliyordu sözlerine. Bunun üzerine Asya kıtası da, "Hayır, biz güzel kızımızı Avrupa'ya vermeyiz; O bizim özkızımızdır!" diye diretiyordu. Uyku sersemliği içindeki güzel Evropa, bir süre bu düşü yorumlamaya çalıştıysa da, kendisini yatıştıracak bir açıklamaya ulaşamadı. "Hayırlısı neyse o olsun!" anlamında elini silkeledi. Üstelik bu düş üzerinde uzun boylu kafa yoracak kadar zamanı da yoktu. Çünkü o gün için diğer kız arkadaşlarına söz vermişti; kırlara çiçek toplamaya gideceklerdi... Evropa; demircilerin tanrısı ve Afrodit' in kocası topal Hefaystos'un tunçtan ördüğü o güzel sarı sepetini alıp doğruca, deniz kıyısındaki rengârenk çiçeklerle bezenmiş tarlalara gitti. Orada buluştuğu yaşıtları olan güzel kızlar arasında, parlak sabah yıldızı gibiydi. Sepetini, sanki sırf onun için açmış gibi görünen en güzel çiçeklerle dolduruyordu. Uzun süre faltaşı gibi açılmış gözleriyle Evropa'yı izleyip süzen Baştanrı Zeus; aklından geçen şeytani düşünceler yüzünden olacak; gülümsedi... Karısı Hera'dan ürktüğü için de, ne olur ne olmaz diyerek, kendisini alımlı ve bıçkın bir boğa şekline dönüştürdü. Hemen ardından, doğruca Evropa ve arkadaşlarının çiçek topladığı tarlaya girdi usul usul; utanıyormuşçasına çekine çekine... Kızlara yaklaşınca da, çiçeklerin arasına yatıverdi...Onu ilk gören Evropa oldu ve onun öyle yatıvermiş haline bakarak gülümsedi. Kendi kendine içinden bir şeyler mırıldandı: "Sırtına bindirip gezdirecek bizi Öyle tatlı, öyle güzel bir boğa ki bu, Hiç boğaya benzemiyor, iyi bir insan gibi Ne var ki konuşmuyor..." Gülümsemesini sürdüren Evropa, çocuksu bir sevecenlikle boğanın sırtına oturdu. Kendisini yeni fark eden arkadaşlarına da, "gelin" işareti yaptı. Ama Zeus da aynı anda ayağa fırladı ve sırtına aldığı kızı fırtına gibi uçurarak, az ötedeki denize vurdu kendini. Kendisinin fırlattığı yıldırımlar yüzünden kılıçla bölünmüşçesine yarılan deniz, dümdüz bir yol açtı boğaya. Neye uğradığına bir anlam veremeyen Evropa; haliyle düşmemek için, bir eliyle boğanın boynuzuna tutunmaya çalışırken, öteki eliyle de ıslanmaması için, mor eteklerini toplamaya çalışıyordu. Deniz perileri Nereidus'lar boğaya kılavuzluk ederken, deniz tanrısı Poseydon da, en önde gidiyordu.
Boğa, tanrı mı? Poseydon'un yanında da, durmadan elindeki boruyu öttüren Triton vardı. Gördüğü bu garip yaratıklardan büyük bir ürküntüye kapılan Evropa, bu boğanın bir tanrı olabileceğini düşünmeye başladı... Korkuyla boğanın kulağına eğildi ve bu yolsuz yolaksız denizlerin ortasında, kendisini bırakıp kaçmaması için yalvardı. Boğa da ona, kendisi hakkında bir tanrılık varsayımında bulunmuş olmakta yanılmadığını söyledi: "Ben tanrılar tanrısı Zeus'um! dedi. Bu sabah Olimpos'taki sarayımdan seni izledim; sana tutuldum. Korkma..." Kız biraz korkularından sıyrılır gibi oldu. Sonra boğa, başını sırtında oturan kıza doğru çevirdi: "Seni Girit adasına götürüyorum. Orada sarayımız, çocuklarımız olacak..." dedi. Baştanrı Zeus'un dediği oldu. Asya'dan koparıp getirdiği güzel kız Evropa; bir taraftan adını yeni geldiği topraklara verirken öte yandan nurtopu gibi üç oğlan çocuğu getirdi dünyaya... Bu çocuklardan Minos ile Radamantis; yeryüzündeki yaşamları süresince, dünya ve insanlar karşısında hep adaletten, sevecenlikten ve hoşgörüden kaynaklanan davranışlar sergilediler. Bu yüzden de ölümlerinden sonra, ölüler dünyasında başyargıçlığa getirildiler... Bu efsaneden de anlıyoruz ki, Baştanrı Zeus; bu çocuklarına ölümsüzlük gibi bir ayrıcalık bağışlamamakla, biz insanoğullarına olan kinini ve hıncını bir kez daha ortaya koymuştur. Çünkü Minos ile Radamantis'in ölümleriyle birlikte acılı dünyamız; onların kısacık yaşamları sürecinde dağıttıkları ve ölümleriyle bir ortadan kalkan ve yalnızca efsanelerde yaşayan o dört dörtlük adaletin ve hoşgörünün her zaman yoksunluğuyla yaşadı; ve sürekli olarak, özlemle hep onları aradı...
Homeros'un başı gövdesiyle buluştu İlyada ve Odesa destanlarının yazarı olan ve İzmir'de doğduğu kabul edilen ozan Homeros'un Helenistik döneme ait heykelinin başı yıllarca süren tartışmalardan sonra Efes Müzesi'nden İzmir'e getirilerek, gövdesiyle birleştirildi. İzmir Arkeoloji Müzesi Müdürü Mehmet Taşlıalan, Homeros heykelinin gövdesinin 1950 yılında Klaros'ta (Ahmetbeyli) kazı yapan Lui Robert tarafından ortaya çıkarılarak İzmir Arkeoloji Müzesi'ne getirildiğini, başının ise 30 yıl sonra aynı yerde bulunduğunu ve Efes Müzesi'ne götürüldüğünü belirtti. Heykelin baş ve gövde bölümünün birleştirilmesi için 1992 tarihinden bu yana girişimde bulunulduğunu dile getiren Taşlıalan, "1992 yılından bu yana heykelin başı ile gövdesi birleştirilemedi. 12 yıl boyunca 'gövde Efes'e getirilsin, baş İzmir'e getirilsin' tartışmaları oldu. Ancak uzun uğraşlardan sonra İzmirli kabul edilen Homeros'un heykelinin İzmir'de bulunması gerektiğini belirterek, heykelin başını müzemize aldırdık" dedi.
Homeros kimdir? Genel görüşe göre Homeros, İonia'daki Smyrna'da doğdu ve M.Ö. 750-700 yılları arasında yaşadı. İzmirli olan babası Maion, genç yaşta ölünce Homeros'un yaşamı zorlaşmış ve annesi onu Kyme'deki ailesinin yanına götürmüş. Orada da olmayınca Homeros'u Larisa'daki dayısının yanına bırakmış ve kendisi İzmir'e dönmüş. Bazı zengin ailelerin yün yıkama, eğirme işleriyle, evlerin hizmetçilik işlerinde çalışan annesi, Homeros'u İzmir'de okulu, dershanesi bulunan ve gençlerin eğitimiyle ilgilenen bir öğretmene vermiş. Öğretmeni ondaki güçlü belleği, şiir-şarkı birikimini ve yeteneği keşfederek onu işlemeye çalışmış. Homeros büyüdükçe, eğitimi ilerledikçe adı ve ünü yayılmaya, yakın, uzak şehirlerde aranmaya başlanmış. Homeros ozan olarak yollara düşmüş, kuzeydeki savaş ve destan kaynağı olan Troya'ya kadar bütün Aiollia şehirlerini, güneydeki İonia şehirlerini ve Adaları gezip kopuz çalmış. Destan, şiir, şarkı söylemiş ve yeni derlemeler yapmış. Bazı şehirlerde uzun süre kalıp sanatı icra eden Homeros'un gözlerinin kör oluşu, belleğinin gücü, sesinin ve sazının etkileyiciliği onu çağının en büyük destan şairi, en ünlü sanatçısı yapmış.
Evrensel'i Takip Et