24 Mayıs 2015 04:07

Varlıktan yokluğa mıhlanan öyküler

Kitapta geçen 'Cümlelerin anlamları yoktur, anlamların cümleleri var. Her anlamın bir cümlesi olmadığı için de hikâyeler var,' cümlesi kitabın kaderini de belirledi. Niçin hikâye yazdığıma yanıtımdır aslında bu cümle. Gündelik hayatta niçin hikâye anlatırız, niçin yazıyoruz da diyebilirim ya da şöyle sormak gerek: Niçin beste yapar biri, bir başkası niçin roman yazar, baş başa verip saatlerce bir konu hakkında niçin konuşur, sohbet ederiz?

Paylaş

Mehmet Said AYDIN
Faruk AYYILDIZ

Kitabın adını ilk duyduğumuzda, “nedir bu sarı kahkaha?” demiştik. Doğan Kitap etiketiyle yayımlanan ve kısa sürede çok konuşulan bu kitabın yazarı Murat Özyaşar. Özyaşar’la “Sarı Kahkaha”, öyküler, karakterler, “dert” ile “derman”, Amed’de yaşamak gibi şeyler üzerine konuştuk. Sorularımız, bir kitabı çok seven okurların sorusuydu. Cümleler kimi zaman şifadır…

Kitabın şah cümlelerinden biri “Cümlelerin anlamları yoktur, anlamların cümleleri var. Her anlamın bir cümlesi olmadığı için de hikâyeler var.” Bu kitap için sadece bir cümle mi hakikaten?
İlk kitabım Ayna Çarpması’nda tematik bir bütünlüğün oluşması için özenle çalışmıştım. Hikâyeler birbirine değsin, birbirini bütünlesin istemiştim. Pavese’nin “Kendimi yalnız bırakmamak için bütün gece aynanın karşısında oturdum,” alıntısıyla başlayan Ayna Çarpması, The Beatles’ten bir dizeyle kapanıyordu: “Bu sabah aynaya baktım kimseyi göremedim.”
Kitaptaki öyküler de tıpkı ilk alıntıyla son alıntı arasındaki gerilimli ilişkiyi yansıtsın; varlıktan yokluğa mıhlanan öyküler olsun istemiştim. Bunu ne kadar becerebildim bilmiyorum elbette. Ama kimi söyleşilerde “Ben bu kitabı yazmadım, bu kitabı yaptım,” gibi büyük sözler de kurdum. Demek ki kendimi, kendi yazımdan daha akıllı saydığım zamanlardaymışım. Ne iyi ki, yazı, bunun böyle olmadığını, yazarın yazısından daha akıllı olamayacağını gösterdi bana. Şimdi efendi efendi oturmanın zamanıdır artık.
İkinci kitapta, yani Sarı Kahkaha’da ise; novellaya göz kırpan, birbirini tamamlayan öyküler yazmak gibi bir muradım olmadı. Tek derdim vardı bu kitabın başına otururken: Müstakil hikâyeler yazmak!
Kitapta geçen “Cümlelerin anlamları yoktur, anlamların cümleleri var. Her anlamın bir cümlesi olmadığı için de hikâyeler var,” cümlesi kitabın kaderini de belirledi. Niçin hikâye yazdığıma yanıtımdır aslında bu cümle. Gündelik hayatta niçin hikâye anlatırız, niçin yazıyoruz da diyebilirim ya da şöyle sormak gerek: Niçin beste yapar biri, bir başkası niçin roman yazar, baş başa verip saatlerce bir konu hakkında niçin konuşur, sohbet ederiz? Demem o ki; halihazırda, her cümlenin en az bir anlamı var, evet, ama her anlamın bir cümlesi yok. Belki de o anlam ve manaya ulaşmak için tüm bu eylemimiz. Belki sözcüğünün “belli ki”den geldiğini unutmadan.
O anlamı olmayan cümlelerin meramı; formu belirlediği gibi, metnin uzunluğunu, kısalığını, yoğunluğunu, derinliğini, sadeliğini ve daha birçok sıfatı da belirler çünkü. O cümleyi kuramadığımız ve asla kuramayacağımızı bildiğimiz için bu dünya telaşımız, dünya derdimiz.
Sonra sonra, kitaptaki öykülerin tamamına baktığımda aslında derdimin aynı olduğunu, o uzun cümleyi kurma derdiyle Sarı Kahkaha’nın başına oturduğumu fark ettim diyebilirim. Her hikâyeyi müstakil kurma çabası veya hikâyelerin tematik bir bütünlüğü olsun niyeti, birbirini inkâr eden haller  de değil anladığım. Varsa bir derdiniz yazarsınız, yazı da sizi yazar.  Sizin yazınızdan daha akıllı olma gibi bir erdeminiz yoktur!

Kürdistan coğrafyası hikâyelerine yansıyor. Satıraralarında ‘kara kış’ ve ‘kış’ daha çok devlet ile özleşiyor gibi...
Çocukluğum ve hayatımın büyük bir kısmı Diyarbakır’da geçti, orda doğup büyüdüm ve hâlâ orda yaşıyorum. Orada doğmuş her çocuk kadar ben de tuz ve buz oldum kıştan ve devletten, ne eksik ne de fazla!
Kış ve devlet: İkisi de fazlasıyla soğuk sözcükler, hem soğuk da yakar insanı, belki de serinlemek için bu iki sözcüğü yan yana getirdim. Bilmiyorum.

İlk kitapla ikincisi arasında uzun sayılır bir zaman var. Bunun neyi ima ettiği açık; “çok uğraştın.” Öyle mi oldu? Çok uğraştığın için mi bekledi ikinci kitap? Neler oldu arada Murathan Mungan’ın hazırladığı Bir Dersim Hikâyesi ve Merhaba Asker adlı kitaplara  iki öykü vermen dışında?
Hayatım değişti, deyip kesmek isterdim, ancak bunun uzun ve uzak bir cevap olacağını bildiğimden şöyle diyeyim: Sizde de oluyordur. Zaman zaman daha önce okuduğum bir romanı, hikâyeyi veya şiiri gecenin bir vakti, sanki sebepsiz bir yere bi’ daha okuma ihtiyacı hissederim. Aslında o metne o ara duyduğum ihtiyaçtan kaynaklanıyor bu durum.
Kilit sözcüğüm: İhtiyaç.
Aradan geçen bu yedi yıl zarfında, tıpkı bu okumalarda olduğu gibi, yazma ihtiyacı hissetmediğim hiçbir zaman yazı masasının başına oturmadım. Kendimi yazarken yakalamak, yazıya böyle bulaşmak, yazıyla böyle buluşmak hoşuma gidiyor çünkü.

Vüs’at O. Bener alıntısıyla başlıyor Sarı kahkaha.. Nedir Bener’le derdin? Havva’ya Mektuplar’dan ve belki daha öncesinden alarak bu soru...
Bener’le ilgili derdime geleceğim, ama öncesinde alıntılarla ilgili derdimden söz etmek isterim.
Alıntı mühim mesele deyip başlayayım, vesselam!
Alıntılanan sözü kim daha önce hangi bağlamda kullanmış ve sizin o alıntıyı hangi bağlamda nereye taşıdığınız, alıntı yaptığınız kişi ve sözle ilgili akrabalık bağınız da bir o kadar mühim mesele deyip bağlayayım.
Sarı Kahkaha’nın ilk alıntısı Vüs’at O. Bener’in Buzul Çağının Virüsü’nden: “Ben yokum bu oyunda, çirkin gururum var!” diyor Bener ve Orhan Koçak da Pamuk’un Kara Kitap’ıyla ilgili “Aynadaki Kitap/Kitaptaki Ayna” adlı o meşhur yazısında kısmen de olsa başka başka bağlamlarda değiniyordu bu söze.

“Çirkin gurur ve oyun” meselesi Sarı Kahkaha’nın da meselesiydi ve ben bunu, okurla kitap arasındaki o mahrem alana girmeden alıntılarla nasıl söyleyebilirimin derdine düştüm.
Bu sebeple Bener alıntısıyla başlayan  Sarı Kahkaha ancak devamındaki Benjamin alıntısıyla tamama eren, alıntılarla ilgili derdime imkân sağlayan bir alıntı oldu bana kalırsa. Çünkü Benjamin “alıntılar silahlı eşkiyalara benzer, gelip geçenleri kanaatlerinden ederler!” diyordu. Benjamin’in alıntıların “ne”liği üzerine kurduğu bu cümleyi alıntı yapmak çok güzel edebî bir oyun gibi geldi bana, böylelikle hem Bener’in alıntısını, hem kitaptaki öbür alıntıları hem de Benjamin’in kendi alıntısını “hiç” edecektim, bu güzel oyuna kanmak istedim, hepsi bu!
Şimdi Bener’le ilgili derdimde sıra, Bener’in mesele ettikleri ve edebiyata bulaşma biçimi bir hayli ilgimi çekti, çekiyor. Ancak bazı kitaplara, bazı yazarlara gecikilir, bazı kimselere gecikildiği gibi. Bener de geciktiğim bir yazar oldu. Yıl 2004, o aralar elimin altında, gözümün önünde 11-12 yaşlarında kimi çocuklar vardı. Ben geciktim, bu çocuklar erken tanışsın istedim Bener’le. Bu sebeple Bener’in “Havva” öyküsünü okudum çocuklara ve “Havva”ya mektup yazmalarını istedim çocuklardan. Sonrasında detaylarını burada anlatamayacağım bazı mucizeler oldu, meraklısı için şöyle diyeyim: bkz. Havva’ya Mektuplar –Vüs’at O. Bener’in Anısına- Norgunk Yayınları.

Şiirle mesain, dahası yazdıklarındaki “şiirsel eda” konuşuldu, sana da soruldu. Alıntıdan da çekinmiyorsun. Soru tekrarı değil ama başka bir yan soru: Düz, dümdüz, takır tukur şeylere elin gidiyor mu? Edasız, şiirsiz, ahenksiz.
Şiir edebiyatın bir alt türü değil de başlı başına bir sanat disiplini gibi geliyor bana, onu kategorize ederken resmin, müziğin, sinemanın yanına koymak gerek sanki. Ancak ben öykü yazdığımın farkındayım.
Sadece benim metinlerim için değil, gazetelerin kitap eklerinde, dergilerin eleştiri köşelerinde, kitap kapaklarının arkasında “şiirsel bir dil” ifadesi sıkça kullanılıyor. Yazık ki anlamını çürüten bir tanıma dönüştü bu “şiirsel bir dil” ifadesi.
Ve ne yazık ki, bu ifade daha çok öykü kitapları için kullanılıyor. Öykü, doğası gereği ‘yoğun bir dil’ talep ediyor yazarından. Bu dili de “şiir”le karıştırıyorlar. Ayrıca öykü, bir düzyazı türü olduğu için de “roman”ın bir alt türü olarak görülüyor kimi kimseler tarafından. Oysa öykü, ne şiire ne de romana yakındır. Öykü, öyküye yakındır. Mesafesini ve hizasını kendinden alır.
“Kendimi yazıdan akıllı sanmıyorum…”

“Berber Razi” bu kitapta devam ediyor. Karakterlerinin isimleri de manasına bakınca sembolik görünüyor: Kâmil, Refik, Halis, Rıza... İki soru var; takip edemediğimiz devam eden var mı? Neden hep erkek bunlar? Kadınlar silik bile sayılmaz öykülerde, neredeyse yoklar.
Kahramanlara isim verirken gelişigüzel koyamıyorum isimleri, o isimlerin anlamları ve müziği de metne dahil olsun istiyorum, kendimi yazı’dan daha akıllı mı sanıyorum ne, ve hâşâ! Ve galiba öbür türlüsünü beceremiyorum. Takip edeceğimiz devam var mı ve kadınlar neden yok, gerçekten bilmiyorum. Çünkü ben daha baştan ne yazacağını bilen ve tasarlayan biri olmadım, bundan mustarip de değilim, yazının keyfini ve kahrını da buradan alıyorum diyebilirim.

Cıgaralık var kitapta, çok var. Türlü türlü var. “Altıotuzbeş”i bu sayfalara, Evrensel Pazar’a yazmıştım çok severek. Dahası olsun da isterim bu “cıgaralık”lı öykülerin, iyi bir okuyucun olarak. Olacak mı? Olsa ya?
Cıgaralık’a Diyarbakır’da “derman” diyorlar, Hulki Aktunç’un Argo Sözlüğü’nde de geçer. Her coğrafyanın ve ırkın bir içkisi var; Almanların bira, Amerikalıların viski, Rusların votka, Türklerin rakı... Bana öyle geliyor ki Ortadoğu’nun ve Kürdlerin içkisi de “derman”. Ayna Çarpması’nda ve Sarı Kahkaha’da birer tane “derman” öyküsü var, ikisini de çok severek yazdım. İleride bir “derman kitabı” fena olmaz, ama yazıp yazamayacağımı bilmiyorum gerçekten. Bu arada Mehmet Müfit’in Tekkede Bahar’ına ve Fuzûlî’nin Beng û Bâde’sine mahsus selam ederim.

Kitapta acının ‘ajitasyonu’ yok ama kimlik kontrolünden, eylem yapılan sokaklara kadar Kürdistan’da günlük yaşantıya da rastlıyoruz...
“İnsan yaşadığı yere benzer,” diyordu Edip Cansever, Cansever’e inanalım. Ajitasyon ise edebiyattan uzak olsun, onu siyasilere verelim. Cansever’e inandığımız gibi edebiyata da inanalım.

Özyaşar, Amed’de yaşayan bir yazar. Kent ile olan ilişkinizi dinlemek isteriz...
Her şeyden bağımsız, hayatının tamamını yazı’ya vakfetmiş biri olmak isterdim Amed’de. Çünkü Amed, bir yazar için inanılmaz bir yer. Bir defa “kimliği” olan dünyadaki birkaç şehirden biri. Öfkesi de sevinci de isyanı da başka bir yere benzemiyor. Ömrümün çoğunu Amed’de geçirmeme rağmen hâlâ hayret kipiyle bakıyorum ona. Şaşırma yetinizi diri tutan, sözün ve kelamın hâlâ muteber olduğu bir kent.

Murat Özyaşar’ın en çok etkilendiği yazar kimdir?
Benim de herkes gibi ve herkes kadar, dönem dönem değişen etkilendiğim yazarlarım oldu. Ellerimden utanmam gerektiğini hatırlattıkları gibi, ellerimi bana fazlasıyla fark ettirenler de yine onlar oldu. Hayata nasıl bakmam ve nasıl yazmam gerektiğini, dizinin dibine oturtur gibi tane tane anlatanlar.
Bütün ustaların çıraklarına ilk elden söylediklerini, sağ işaretparmakları havada, onlar da nasihat etti bana: Kendi sesine kavuşabilmen için, ustayı öldür!
Mezun olduğum yazarlarım da oldu, terk ettiklerim de. Kırk düğmem olsa, kırkını da iliklerim hepsine.
Gelelim neticeye.
Etkileyebilmek için kudret gerekir, etkilenebilmek için de.
Etkilenebilme kudretini kendimde görebilseydim eğer –ama ne haddime- eli durmadan saf yazıya çalışan Bilge Karasu’dan etkilenebilmeyi çok ister ve ona şöyle seslenirdim: “Usta Beni Öldürsen E!”


KENDİ KALEMİNDEN MURAT ÖZYAŞAR KİMDİR?

Uzun hikâye!
Açıkçası, herkesin çok çalıştığı ama yanıtlamakta zorlandığı bir soru bu. Bu, sizi büyük bir boy aynasının karşısına geçirip “hadi konuş, hadi anlat” demeleri gibi bir şey.
Ben de herkes gibi dünyaya tekme atarak gelmeye çalışmışım ilkin, annemin karnında: Yıl 1979, yer Diyarbakır. Tekme tokat büyümüş ve haliyle bazı okullarda okumuş ve mezun olmuşum. Devamında dünyaya bakmakla geçen yıllar. Çocukluğum Bağlar’da, lise yıllarım geceleri herkesinkinden daha uzun süren yatılı bir okulda geçti. Sonra üniversite.
Sonrası, ben başka planlar yaparken başıma gelenler… Yani hayat, yani uzun hikâye! ?

ÖNCEKİ HABER

Şehirler de ölür

SONRAKİ HABER

Metalden yükselen sınıf kardeşliğinin sesi

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa