26 Nisan 2015 04:11

C. Hakkı ZARİÇ

Yokmuş gibi davranalım, mesele kalmaz. Hiç olmamış gibi düşünsek, kendimize soru sorup çıkmaza sürüklenmekten kurtuluruz. Elimizdekine şükretsek en güzeli biz oluruz. Ne itiraz edelim ne ısrarın peşinde koşalım. Karartma kentlerinde, karartma aşklarda, karartma ekranlarda, karartılmış evlerde yaşayıp gidelim, hepsi bu.

Engellenmek duygusu yayıldıkça büyüyor yara. İflah olmaz bir karşı koyuşla üstüne gittikçe şirazesi dağılıyor zamanın. Bahara gebe Nisan kar kusuyor kentlerin üstüne. Hazırkıta giyiniyoruz. İçimizde birikenler kartopu sadeliğinde doruktan boşaldığında eteklere varmadan çığ basıyor üstümüze. Alkış istemedik de ağlayışsız gömülüyoruz. Nefes almanın mümkün olmadığı yerde daha büyük bir bozgun gelip dayanıyor kapıya. Gidecek neresi var sokaktan başka?

Her şey orada başlıyor belki de, Diyarbakırlı bir dengbêjin sesindeki sızıda ya da klasik arya söyleyen bir tenorun sesindeki terbiyede. Oysa biz, yani ölümlü olanlar, içimizdekini dışarı çıkarmak için hayata öfke salvolarıyla karşılık vermenin derdiyle doğruluyoruz.

Gece ev içinde, sabah kapı önünde bekleyen çantalar gibi hayatımız. Madem sıladayız neden gurbetin kapatması gibi hayatımız? Madem gurbetteyiz sılada olduğumuz iddiasını dile getirmek için neden şarkılara ya da şiirlere yamanıyoruz? Üstelik vatansız şiir alçaklığı sınır tanımadan çoğalmanın eşiğinde palazlanıyorken bu kadar, neyin karmaşası yaşadığımız günler.

Gün günden beter çıkmazın sürüklediği süreklilik olmadık düşlere mi savuruyor bizi? Yan komşumuz soykırıma uğradığını haykırıyor yüz yıldır. Ekmek almaya gitmek için belge istiyor bizden devlet. Film seyretmek için bilet almamız yetmiyor. Onay her yerde hükmünü bağırıyor.
Oysa gidip sardunyanın kokusunda yorulmak istediğimiz ne kadar gerçek. Yorulmuş güllerle iki yol sohbet etsek plazalarda kirlenen sesimizi temize çekeceğiz. Uykunun kollarında dinlensek, güzel rüyalarda geniş köprüler görsek, nehrin uzun ve siyah saçlarında notalara bölsek ömrümüzü piyano sonatları bizden bahsedecek.

Yasaklı kitapları kastediyorum biraz da uygunsuz tümceleri, kışkırtan dizeleri, biranın masaya dökülen köpüğünü dile getirmek istiyorum. Ama çırpınan Karadeniz’in bile çalıntı olduğunu bilmeyen insanların dilleriyle konuşmak zorunda kalınca çetrefil ve müşkül oluyor sözcükler.

Nefes almanın gitgide zorlaştığı toplamdayız. Meydanlarda anayasal suç işleyenlerin özgürlük naraları attığı saçmalıkta, bütün kumpasın vatanseverlikle açıklandığı saçmalıkta yaşıyoruz. Yasalar birer bohça. Çarşıların hırsızlara peşkeş çekildiği herkesin malumu. Gazeteler “insan” sözcüğünden korkalı ne kadar çok oldu. Her yağmurda biraz daha arınacağımızı düşünmek boşuna. Gittikçe kirleniyor ve adını koymaktan korktuğumuz saçmalığı kendimize reva görüyoruz. 

Paylaşmak istiyoruz oysaki. Bütün meramımız bu. Bu kadar defne dalı bize fazla. Bu kadar hanımeli bize fazla. Bu kadar gün ışığı bize fazla. Bu kadar toprak kokusu bize fazla. Bu kadar Türk olmak bize fazla. Bu kadar Sünni Müslüman olmak bize fazla. Bu kadar mutsuzluk bize fazla. Bu kadar engellenmiş olmak duygusu bize fazla. Bu kadar hırsız bize fazla. Bu kadar çalışma saati bize fazla. Bu kadar yoksulluk bize fazla. Sonuçta yere çakılıyor asansör. Maden ocağını su basıyor. Çektiğimiz filmler gösterime girmeden engelleniyor, dizelerimizi yağmalıyor devlet, bizi tercihlerimizden korumak için İmam Hatip terbiyesiyle test ediliyor.

Nankör olmakla suçlandığımızın farkına varmak için nefret suçu işlemeyi göze alan manşetler boyu eskidiğimizi fark ettiğimizde, koşup ağaçları kucaklıyoruz. Bir virgülün bile yerli yerinde olması için ne kadar çok çaba harcıyoruz oysaki. Ama öte yanda kürsüler bize çemkiriyor. Fahri doktoralar bize çemkiriyor. Saraylar, makam araçları, koruma ordusu, bin küsur oda, devşirme danışmanlar bize çemkiriyor.

Gidişata çomak sokmak için gelmişiz hayata, evet. Oysaki lodostan payımıza düşeni istiyoruz, inşaatın bilmem kaçıncı katından düşüp ölmeyi değil!.. Oysaki devletin koşulsuz şartsız sanatı desteklemesini istiyoruz, bize “ucube” demesini değil. Koltuğumuzun altında gazeteyle ya da kitapla film izlemek istiyoruz oysaki, sansür saçmalığıyla sinema kapılarından geri dönmek değil. Eşit işe eşit ücret istiyoruz, diz kırıp boyun eğmek değil.

Olmuyor! Bizim olanı bizden çalmak için, bizim olanı bize vermemek için, bizde olanı bizden almak için olmadık bahanelerin, olmadık yalanların, olmadık vaatlerin, olmadık yasaların kapısını aşındırıyor iktidar sahipleri. 

Ah ne güzel yasaklı meydanların cıvıltıyı çağrıştıran kalabalığı, ne çok insana dair. Bizim olanı bizim kılabilmek için en güzel sığınaklarımız. Orada hayatı yüzüne vurmamızdan korktuğu için devletin bize yasakladığı geniş caddelerde omuzladığımız karanfiller. Saraylara karşı dili tutulmaz özgürlük alanlarımız. Düşeni kaldırdığımız, düştüğümüzde kaldırıldığımız alanlar.

Öncesini biliyoruz. Deniz’in çocukluk resmi soluk alıp veriyor koynumuzda. Paramaz, geç tanıdığımız yoldaşımız. Lenin’in doğum gününde denize bıraktığımız karanfil, dalgaları çocuklara armağan ediyor. Lirik bir sevgi yumağı bu.  Çoğaldıkça maviye çalıyor zaman.

Yaşadığımız düzyazı vesselam; sokağa çıktığımızda şiir oluyor hayat.

Evrensel'i Takip Et