08 Şubat 2015 05:32

Demokrasi ve grev

Demokrasinin ne olduğunu da grevde anlıyor insan. İşyerinde ortaya konulan sandık gerçek demokrasinin modeli. Kimse konuştuğu dil, inandığı din, inançsızlık veya giydiği kıyafet yüzünden dışlanmıyor.

Paylaş

Sinan BİRDAL

“Ziyaretimize gelen liselilerden birinin elinde ‘direnişin tadı çikolatadan tatlı’ yazıyordu. Gerçekten sömürüye karşı direnmek çok güzel. Onu alt etmek, yok etmek daha da güzel olacak.”  
Ülker işçisi Bilal

Parlamento içindeki ve dışındaki muhalefet İç Güvenlik Paketi’ne karşı tek bir ağızdan “Bu yasa polis devletine götürür” diye tepki gösterirken hatırlamakta fayda var: İşçi sınıfı 1980’e giden süreçte DGM’lere karşı direnerek Türkiye’de demokrasiyi - kelimenin tam manasıyla – “ölümüne” savunmuştu. Muteber burjuvazimiz ise generale “Nerede kaldınız paşam!” diye mektup yazmaktaydı. Özal’ın yükselişiyle askere artık ihtiyaç duymayan burjuvazinin demokrasi meleğine dönüştüğü 1990’lardan beri bize hep bir orta sınıf hikayesi anlatıldı. Eğitimle zenginleşecek mülk ve saygınlık sahibi olacak orta sınıf demokrasi getirecekti. Ne var ki, “demokrat Özal” darbecilerin siyaset yasaklarının devamı için oy isterken, İskenderun’da Özal’ın kampanya arabalarının önünü kesip, mahalleye sokmayan işçilerdi. İşçi sınıfının demokrasi mücadelesindeki kilit rolü hakim ideolojinin analizinde hep orta sınıfın gölgesinde kaldı. Moskova’da, Tahrir’de, Meydan’da, Hong Kong’da, Gezi’de demokrasinin Don Kişotu’ydu orta sınıf. Hatta AKP’nin demokratlığının kanıtı olarak Anadolulu dindar orta sınıfın yükselişinin partisi olması sunuldu. 

ORTA SINIF VE TÜKETİM DEMOKRASİSİ
Sosyolog C.W. Mills şöyle tarif etmeye çalışır orta sınıfı: “Ne tarihleri olduysa, olaysız bir tarihti. Ortak çıkarları ne olduysa, onları birliğe yöneltmedi. Ne gelecekleri olacaksa, kendi yaptıkları bir gelecek olmayacak. Eğer bir şeye özlem duyarlarsa, o da hiçbir orta yolun olmadığı bir dönemde orta yolu izlemek, yani hayali bir toplumda hayali bir yolu takip etmektir. Kendi içlerinde bölünmüş, parçalanmış; kendi dışlarında daha büyük güçlere bağlıdırlar. Eyleme geçme iradesini kazansalar da, eylemleri örgütsüz olduğu için birbiriyle bağlantısız meydan okumaların bileşiminden öteye geçen bir hareket olamaz. Bir grup olarak kimseyi tehdit etmezler; birey olarak bağımsız bir hayat tarzı sürmezler.” Mills 19. yüzyılın serbest meslek sahibi küçük burjuvalarından holding çalışanlarına dönüşen bir sınıfı anlatır. Serbest meslek sahibi kendi işinin patronudur, kendi zamanını kendisi idare eder, kendi hayatını kendisi kontrol eder. Şirket çalışanı ise hayatı üzerindeki her türlü kontrolü kaybetmiştir. En başta da zaman ve mekan üzerindeki kontrolü. Elinde kalan yegane kontrol tüketim üzerindedir.
Gezi protestosunun sloganlaştırdığı sorunlara bir bakalım: hayat tarzı; ağaç ve park katliamına; Emek Sineması, İnci Pastanesi, Maksim Gazinosu ve Taksim Meydanı gibi kültürel mekanların dönüşümü, hayvan hakları, iletişim hakları. Bu alanlarda orta sınıf olarak adlandırılan toplumsal kesimin öncelikle tüketim alanına müdahaleye tepki verdiğini gözlemliyoruz. Müşteri yurttaşlar korkunç bir şekilde güvencesizleşirken, iş imkanları daralırken, ücretleri erirken çalışma haklarına sahip çıkmakta çekingen davranıyorlar. Soma’da Ermenek’te toplu iş kazalarında ölen işçiler onları tabii ki duyarlılaştırıyor. Ancak sınıf atlama özlemi ve sınıf düşme korkusu arasında savunma pozisyonuna geçiyor, seçimlerde ne olacak sorusuna kilitleniyor, demokrasi için mücadelenin esas olduğunu es geçiyorlar.
Neoliberal dönüşümün hedefindeki parkın işgali şüphesiz orta sınıf için önemli bir deneyimdi. Özelleştirilmeye çalışılan bir kamu malına kendi mülkü olarak sahip çıkıyordu. Peki ya işyeri işgali? Hayat TV’deki bir işçi işgal kararının Türkiye demokrasisinin temeli olduğunu hissettiriyor: “Demek o anayasanın hükmü yokmuş”. Anayasanın hükmü yoksa işgal meşrudur diyor yani - aynen Gezi işgalinde olduğu gibi. Ama şimdi işgal edilen park değil, işyeri olduğu için demokrasi meleğimiz burjuvazi ve onun medyası sus pus!

GREV HALAYI VE DEMOKRASİ 
Direnişteki işçileri ziyaret etmek grevle demokrasi arasındaki bağlantıyı somutluyor. Arkadaşlarla çıktığımız yolda çok lüks bir rezidans görüyorum, yanında sıvasız bir bina: Türkiye’nin resmi. İşçiler sıcak bir “hoş geldin” ile karşılıyorlar. Karşılıklı sloganlar atıyoruz. Alkışlar. “Ölmek var dönmek yok” diyorlar. İfade hürriyeti mi diyordunuz? Elimize megafonu veriyorlar. Konuşmalardan sonra megafondan müzik çalınıyor ve halaya duruyoruz. Halayda en sondayım, bir elim boşta, diğer yandan yaklaşan çocuğa elimi uzatıp, gel kapatalım halayı diyorum. Safları sıklaştıralım. Sokakta yanımızdan kamyonlar geçiyor. İstanbulluların trafik alışkanlıklarından ötürü “kızdı herhalde geçemediği için” diye düşünüyorum. Bunu sezen işçilerden biri beni rahatlatıyor: “Onlar destek için çalıyorlar”. Kamyoncular metal işçisini selamlıyor ve biz dans ediyoruz.
Bir ara halaydaşımın babasının, oğlunu yoldan geçen arabalara karşı eliyle korumaya çalıştığını görüyorum. Sanırım halayı biraz açıktan aldım. “Babanla greve gitmek nasıl bir şeydir?” diye düşünüyorum. Beraber slogan atmak. İşyerine gidip diğer ailelerle beraber işgal etmek. Babalar çocuklarının gelecekleri, çocuklar kendilerininki için mücadele ediyor. Grevin ne olduğunu o halayda anlıyor insan. Herkesin kendi iradesiyle katıldığı ve dağılmaması için herkesin beraber davranması gereken bir eylem. Demokrasinin ne olduğunu da grevde anlıyor insan. İşyerinde ortaya konulan sandık gerçek demokrasinin modeli. Kimse konuştuğu dil, inandığı din, inançsızlık veya giydiği kıyafet yüzünden dışlanmıyor.
Grevdeki işyerlerinden sonra direnişteki Ülker işçilerinin dayanışma gecesine gidiyoruz. Kimi solcuların “gerici” diye dışlayacakları Bilal kürsüden “Selamünaleyküm” diye selamlıyor bizi ve devam ediyor: “Sorunlarımız ortak, davamız ortak, kavgamız ekmek kavgasıdır, kavgamız insanca hakça bir yaşam kavgasıdır.” Bilal’in sözleri ekmeğini emeğiyle kazanan herkese: “İşsiz kalır daha kötü oluruz korkusundan, kazanabileceklerimizi görmüyoruz, hep olumsuz tarafını düşünüyoruz. Halbuki birleştiğimizde kaybetme şansımız yok. Mücadele etmeden yenilgiyi kabulleniyoruz. İşte bunu göstermek için bir kıvılcım çakalım istedik. Kaybetmekten bıktığımız için, söylenmekten bıktığımız için bir mücadele başlattık. Asla pişman değiliz. Bugün 97 gün öncesine göre çok daha kazançlıyız, daha gururluyuz, daha umutluyuz”. Korku ve endişe içindeki bir ülkeye umut veriyor Bilal.

ÖNCEKİ HABER

Kobanê Zaferi’nin ardından…

SONRAKİ HABER

Laiklik, demokrasi ve emekçiler

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...