16 Kasım 2015 01:21

Demokrasi mücadelesi kendi göbeğini kesecek

Paylaş

Serpil İLGÜN

Türkiye ve dünya gündemi hızlı, yoğun ve ne yazık ki kanlı akmaya devam ediyor. 13 Kasım Cuma günü, abluka altında 11. gününü yaşayan Silvan, Kürt sorunu, Suriye’ye kara harekatı, medya ve ifade özgürlüğü, AB İlerleme Raporu gibi aslında her biri ayrı röportaj konusu olmayı hak eden başlıkları konuşmak için deneyimli gazeteci yazar Cengiz Çandar’la bir araya geldiğimiz günün akşamı Paris’te IŞİD katliamı yaşandı. Ertesi gün Viyana’da gerçekleştirilen Suriye görüşmelerinden ise “6 ayda geçici hükümet, 18 ayda seçim” kararı çıktı.
Söyleşimizde, “son dakika gelişmeleri” yer bulamasa da, Cengiz Çandar, saydığımız başlıklara ilişkin dikkat çekici analizler yaptı.


7 Haziran’dan sonra Kürt kentlerinde ve mahallelerinde art arda ilan edilen sokağa çıkma yasakları, operasyon ve katliamların son adresi Silvan oldu. ‘Niye oluyor, AKP’nin planı nedir?’ sorularını Silvan özelinden nasıl yanıtlarsınız? Öz yönetim ilanlarının tankla tüfekle karşılık bulmasının sebebi nedir?
Kürt sorununun Türkiye’deki ele alınış tarzı ve içine girdiği süreçler -biraz Türkiye’ye özgü nedenlerle ve doğası gereği- eğer bir ateşkes türünde çözüm arayışı o sırada ön almıyorsa, şiddet ikliminin yeniden yerleşmesi ve Kürtlerin bir yolla ezilmesi, bastırılması biçimlerine dönüşüyor. Bunun içinde bulunduğumuz dönemde izdüşümü Silvan, Cizre ve benzeri durumlar oldu. Meseleyi, Türkiye’nin diğer başka gelişmeleriyle de birlikte daha geniş bir fotoğraf içinde ele almak gerekiyor. Türkiye’deki iktidarın yapısı sadece seçim kazanmak için değil, ayakta kalabilmek için giderek otoriterleşen bir rejim üzerinden oluşacağa benziyor. Gidişat o yönde. Burada da kendisini ifade ettiği kavramlardan biri, kamu düzeni kavramı. “Kamu düzeninin tesisi” dedikleri ile otoriter uygulamalar bir bakıma eş anlamlı. Eğer bir çatışmasızlık durumu ve ateşkes söz konusu olmaz ise -ki, bu şartlarda görünebilir bir gelecekte çok da güçlü bir ihtimal olarak gözükmüyor, inşallah ben yanılırım- o zaman bunu çok tehlikeli bir trend olarak anlamak ve algılamak yanlış olmaz.
Dillere pelesenk olan ama çok tehlikeli olan iki sözcük vardı zamanında: Biri, ruhi kopuş. İkincisi, bazı Kürt siyasi unsurlarının sözünü ettiği “görüşmek için biz son şansız.”

İkisi de gerçekleşiyor mu?
Ruhi kopuş, kolay geriye ilmeklenemeyecek bir şekilde galiba şimdilerde gerçekleşiyor. Bu sözler söyleneli yaklaşık 10 sene oluyor, o zaman 10 yaşındaki çocuklar bugün 20 yaşında. Türkiye nüfusunun üçte ikisinin 30 yaş altında olduğunu düşünürsek, Türkiye’nin Kürt yerleşimlerinde bu oranın daha da büyük olabileceğini mantıken kabullenirsek, şu anda yaşanmakta olanlar gelecek açısından çok ciddi bir tehlike ortaya koyuyor. Ve Türkiye’nin en büyük korkusunun, bizzat bu baskıları yöneltenlerin eliyle gerçekleşmesi söz konusu olan bir sürece gidiyoruz. Türkiye’nin bir bölümü muhtemelen zaten ruhen yarılmış durumda, ama geri getirilemeyecek biçimde ayrılacak olmasının adeta temellerini atıyorlar kendi elleriyle.

Bunun da gerekçesi öz yönetim ilanları?
Türkiye’deki Kürt halkının ve bütün bölgedeki Kürtlerin kendi kendilerini yönetme talepleri -bu kantonlar şeklinde olabilir, federal yapı içinde olabilir- bence gayet anlaşılır ve meşru isteklerdir. En azından tartışılabilir taleplerdir. Fakat 11 gündür Silvan’da olan, daha önce başka merkezlerde olan, yarın başka yerlerde olmasından da korkulan gelişmelerin doğrudan doğruya Kürtlerin bu isteği ile ilişkisi olduğu izlenimi bende yok. Çünkü hatırlayın, Temmuz 2011’de Aysel Tuğluk -o da yine Silvan’daki çatışmaya denk gelmişti- “Biz özerklik ilan ediyoruz” dedi. Ama bugün Silvan’da, daha önce Cizre’de ve başkaca yerlerde gördüğümüz görüntüleri o gün görmedik. Bugün tanık olduğumuz durumun Kürtlere baskıyla ilgisi var, ama Kürtler “Kendi kendimizi yönetmek istiyoruz” dedi, devlet de onun üzerine hareket geçti ise, demek yeni bir durum var.

Suriye’deki savaştan bu yana Kürt sorununa ilişkin hemen her başlığı Suriye, dolayısıyla Rojava etkisinden azade konuşmamız söz konusu değil. Dolayısıyla yeni durum derken Rojava etkisini kastediyorsunuz?
Evet. Dediğiniz gibi, Kürt sorununu ve tabii hükümetin konuyu ele alış tarzını bölgedeki genel fotoğraftan ayırarak düşünmemiz mümkün değil. Türkiye’de Kürt sorununa ilişkin gelişmeler bir süredir ve bundan böyle Suriye’deki gelişmelerle ilişkilendirilerek, hatta daha geniş bölge çerçevesinde Irak’ı da dahil ederek ele alınmak durumunda. Şu anda Türkiye’deki karar verici veya vericiler -eğer çoğul kullanabilecek isek!- kendilerini iyi konumlanmış görüyorlar. Niye? Birincisi 1 Kasım’da ciddi bir yetki yenilenmesi elde ettiler, onun büyük bir moral gücü ve kendi yorumlarınca genişlemiş bir meşruiyet alanı oluştu. Bu durum, bugüne kadar izledikleri ve bundan sonra izlemeye niyetli oldukları politikalar ne ise ona güç kazandırıyor. Dolayısıyla bunda ısrarlı olacaklar. İkincisi, bununla da bir yanıyla irtibatlı olarak ABD ve Avrupa gibi Türkiye’nin güvenlik, ekonomik ve siyasi bakımdan ittifak içinde bulunduğu alana karşı da Türkiye’deki karar verici ya da vericilerin eli güçlendi gibi gözüküyor.

Bunu sağlayan mülteci krizi mi?
Mülteci krizi birinci neden. Bu kriz nedeniyle Avrupa’da ne ilke kaldı, ne bir şey kaldı. Yani reel politikin gerekleri Avrupa’nın dilini ısırması, gözlerini kapaması, kulaklarını tıkamasına götürebiliyor işleri. Dolayısıyla batının en önemli vektöründen biri olan Avrupa’nın Türkiye üzerindeki kaldıraç gücü, bir hayli azalmış durumda. Üstelik tam tersi, Türkiye’nin karar vericileri Avrupa’ya karşı çıtayı yükseltmiş durumda. İkincisi, bunu Amerika üzerinde kullanarak Suriye politikasını gütmek istiyorlar. Dolayısıyla ABD ve Avrupa’dan kendisine yönelebilecek baskılara karşı hem elini çok güçlendirmiş, hem de onları bu konuya eğilmeyi bir ayrıntı görecek kadar, başka büyük meselelerle nedeniyle Türkiye’yi bir şekilde kollamak gereği ile yüz yüze bırakmış durumda. Bu da az önce söylediğimiz o bir gün gelecek olan çatışmasızlık durumuna kadar Türkiye’nin karar vericisine, hükümetine manevra alanını genişleterek bir sürü imkan sunuyor.

Yeniden masaya dönülmesi yönünde çağrılar yapılsa da, hükümet savaşı sürdürmeye kararlı görünüyor. Diğer yandan sizin de yazılarınızda sıklıkla vurguladığınız savaş şiddet/baskı politikasının sürdürülebilir olmayacağı, bunun iktidara da kaybettireceği tespitinden hareketle, AKP masayı hangi şartlar oluştuğunda yeniden kurar? Kürt siyasi hareketi zayıflatılıp, güçsüzleştirilene kadar masadan söz edemez mi olacağız?
Sürdürülemez olmasının anlamı, hiçbir şey ebediyen sürmez. Bir gün herhalde tekrar diyalog başlayacak.

Bu çerçevede, süreç buzdolabında diyen AKP medyasından, müzakerenin hangi koşullarda olacağına ilişkin kimi planlar, ‘yol haritaları’ açıklandığını da hatırlatalım...
Evet ama yeni bir şart söylemiyor. Gerçekçi olmayan şartları öne çıkartarak bunu yapıyor. “Silahları betonla kaplayacak, tek PKK’lı kalmayacak, çıkıp gidecek…” Bu bir yol, evet. Ama sorunun şiddet boyutunun bu şekilde ortadan kalkması demek, PKK’nın “Ben yenildim, teslim oluyorum” diye bir deklarasyon yayınlaması demek. Bir gün taraflar bir çatışmasızlık uzlaşması etrafında bir şekilde oturacaklar diyelim. O masa nasıl bir masadır, kaç kişidir, müzakere midir, diyalog mudur, dersimizin orasına daha gelmedik. Taraflar o güne diğeri nezdinde en fazla kozla ve en güçlü şekilde varmak istiyorlar. Gelmesi kaçınılmaz olan o çatışmasızlık buluşması anına kadar maalesef Türkiye’de çok can sıkıcı haberler alacağız ve gelişmeler izleyeceğiz. Ama şu anda gözle görülebilir bir gelecek bakımından maalesef iç açıcı bir yakın gelecek görmüyorum.


TÜRKİYE KARA HAREKATINI TEK BAŞINA YAPAMAZ

Malumunuz bir de Suriye’ye kara operasyonu gündemimiz var. Bir görüşe göre Türkiye’nin Suriye’de kara operasyonuna girmesi, karşılığında ne alacağı, ödülün ne olacağı ile yakından ilgili. Bu ödül, Kürtlerin statüsüzleşmesi midir?
Kastedilen Amerika ise Amerika şu anda Kürtlerin statüleştirilmesinin bayraktarlığını yapmıyor. Kürtlerin statü alması Amerika sayesinde mi oluyor? Amerika genellikle uluslararası sistemin nirengi noktasında duran süper güç olarak dünyanın her yanındaki her gelişmeyi aktif ya da pasif kalarak etkileme imkanına sahip bir güç elbette, bunun tartışılacak bir tarafı yok. Ama Kürtlerin statüsü konusunda Amerika’nın şu anda bir pozisyonu yok. Amerika Suriye’de her istediğini yapmaya muktedir bir durumda olsaydı bu kadar karmaşada bulunmazdık. Dolayısıyla bir, Amerika böyle bir söz vermez ve veremez. İkincisi, elini ayağını bölgeden çekme eğilimi ortaya koymuş bir Obama, görev süresinin bitimine bir yıl kalmış, Türkiye’ye bütün bir Amerikan politikasını bağlayacak bir taahhüde mi girecek?
Kara harekatı olabilir mi? Bunun olabilmesi için çok bastırması -ki Antalya’da G20’de buna bastıracak-  Türkiye’nin tezlerinin NATO müttefikleri tarafından kabulü gerekiyor. Çünkü bir de Rusya ve İran var. Türkiye zaten bunu hiçbir zaman tek başına yapamaz idi, Rusya devreye girdikten sonra hiç yapamaz. Hiç olmaz mı, olabilir. Nasıl olabilir? NATO şemsiyesi altında Amerika’nın bugüne kadar aldığı rolden fazlasını alarak duruma dahil olması şeklinde olabilir. O olabilir mi, büyük bir soru işareti. Olmama ihtimali, olma ihtimalinden daha kuvvetli.

Bu bağlamda, Davutoğlu’nun ‘Etik ve stratejik bir hata yapmadık, yaşananlar, tezlerimizi ve uçuşa yasak bölge, güvenli bölge gibi taleplerimizi haklı çıkarıyor’ açıklamalarını daha sık dile getirmesini nasıl okumak gerek?
Bu beyanların G20 öncesi yapılmasını gözden kaçırmamamız lazım. Türkiye’nin Avrupa’nın mülteci krizi sıkışmasına karşı elini güçlendirdiği nokta, Carablus’tan Afrin’e kadar olan enlemesine 90 kilometre uzunluğunda, 45-50 kilometre derinliğinde bir alanı güvenli bölge yapmak. Şimdi yeni bir isim taktı ona Erdoğan, “terörden arındırılmış bölge.” Ve “Siz bana destek olun, biz bu mültecileri oraya yerleştirilelim” diyerek daha önceki güvenli bölgeyi, Avrupa’nın mülteci korkusuyla buluşturdu. Terörden arındırılmış bölgenin bir anlamı da IŞİD olmayacak orada. Erdoğan bir terörist örgütler kokteyli sunduğu için PKK’yı torbaya sokması gerekiyor, PKK’yı sokunca arkasından PYD’yi de getiriyor ki, o bölgede PYD’nin hamle yapamayacağı, dolayısıyla Kürt kantonları arasında coğrafi devamlılık olmayacağı bir alan oluşsun.
Yani Kilis-Carablus hattından Halep’e kadar olan ve Carablus’tan Afrin’e kadar olan alanın IŞİD’siz, YPG’siz, dolayısıyla Türkiye’nin kontrolü altında olması... Mültecilerin buraya yerleştirilmesi Avrupa’nın da işine geleceği için bir manivela olarak bunu kullanıyor. Bunu kullanırken PYD’den de söz ediyor. Ve G20 öncesi oluyor bütün bunlar. Ve Suriye’de çözümün konuşulacağı Viyana toplantısı öncesi yapılıyor. Bütün bunları bu zamanlama dışında ele almak söz konusu değil.

ABD’nin Suriye’de dayandığı yegane kara gücü olan Kürt hareketinin, Türkiye tarafından operasyonlarla güçsüzleştirmesine rıza göstermeyeceği savı, AKP’nin seçim başarısı karşısında güç mü kaybetti?
Amerika’nın şu anda IŞİD’e karşı karadaki en savaşkan gücün zayıflamasını istemediğinden, onu feda etmek istemediğinden bir kuşku yok. Fakat aynı zamanda İncirlik Üssü’nün bulunduğu topraklardaki yönetimi ve NATO müttefikini de hesaba almak zorunda. Bir yandan da şu anda Irak’ta, Şengal’de birlikte hareket ettiği Peşmerge güçlerinin komuta merkeziyle Ankara arasındaki ilişkilere de bakıyor. Bir de nerden baksanız ABD, hoşuna gitmese bile meşru otoritelerle, uluslararası meşruiyet üzerinden hareket etmeye mecbur bir süper güç. Türkiye’de de bir hükümet var. O zaman Amerika çok ince ayar politikası güderek, bir yanda Türkiye’yi tatmin edecek, bir yanda öbürünü feda etmeyecek, bir yanda Rusya’yla kendi kontrolü dışında bir çatışmaya sürüklenmeyecek, bir yandan Avrupalıları peşine takacak, bir yandan İran’la yaptığı nükleer anlaşmayı hayata geçirecek… Yani iki cami arasında namaz kılmaya çalışan bir süper güç durumunda Amerika. Bir sürü şeyi bir arada istiyor, istediğini mevcut gücüyle yürürlüğe sokmak için de sıkışıyor, çelişkiye düşüyor, yalan söylüyor filan... Bölge dengeleri değişmez ve yenilenmezse, oyunu değiştirecek ve yeni bir oyun kurulmasını gerektirecek dinamikler üremezse şu andaki bu sıkışık, çelişkili, tutarsızlıklarla dolu inişli çıkışlı durumu bir süre daha izlemeye devam edeceğiz demektir.

AKP cephesinden mülteci kartının kullanım süresi için nedir öngörünüz? Daha ne kadar Erdoğan’ın elinde bir koz olarak varlığını sürdürür?
Avrupalılar Avrupalı olduklarını hatırlayana kadar.


AB AĞIRLIK OLMA KAPASİTESİNİ YİTİRİYOR

Mülteci pazarlığının 1 Kasım seçimleri sonrasına bıraktırdığı AB İlerleme Raporu geçtiğimiz hafta açıklandı. Beklendiği gibi raporda Türkiye’deki yargı bağımsızlığından medya özgürlüğüne, Kürt sorunundan Gülen operasyonlarına kadar birçok başlıkta sert eleştiriler var. Fakat bu raporun artık bir kıymeti var mı? AB’nin demokrasi, özgürlükler, eşitlikler derdinde olduğu görüntüsü, iddiası zedelenmiş olmadı mı, ne dersiniz?
Şüphesiz zedeledi. Geçen hafta Brüksel’de Genişlemeden Sorumlu Komiser Johannes Hahn’ın da bulunduğu “Batı Balkanlar ve Türkiye’de Medya Özgürlüğü” toplantısındaydım. Orada çok net ve ağır eleştiriler yüzlerine yapıldı. Ve o sırada daha İlerleme Raporu açıklanmamıştı. “Bunu yaparak bütün bizlerde muazzam bir hayal kırıklığı ve inanç kaybına yol açtınız” dedik. Sonra kulislerde de konuştuk ve kendilerine söyledik, “Türkiye’de AB yanlısı demokratlar nezdinde inandırıcılığınızı yitirdiniz ve bu en zararlısıdır. Ağzınızla kuş tutmanız lazım bundan sonra. Biz inanmıyoruz ki, size. Öbürleri zaten size karşı.” Öbür yandan hükümet raporu zaten ırgalamıyor. Hükümet açıklamalarında “Sayın Cumhurbaşkanımızla ilgili nitelemeler asla kabul edilemez” dedi. O nitelemeler Ceza Kanunu’nun 299. maddesinin işletilerek medya özgürlüğünün baskı altına alınması üzerine. Bir tanesinin muhatabının raporun açıklandığı gün ben olduğumu öğrendim. Benim durumum bile raporun o bölümünü doğruluyor. AB bir ağırlık olma kapasitesini yitirmiş oluyor; en azından bir süre için bu böyle. Onun için Türkiye’deki demokrasi mücadelesi kendi göbeğini kendi kesecek görünüyor.

“DÜNYA LİDERİ” İMAJI GÜÇLENDİRİLİYOR

‘Suriye’ye harekat’ söyleminin daha çok iç kamuoyuna dönük bir propaganda, bir güç gösterisi olduğu da söyleniyor. Böyle bir yanı olabilir mi? 
Tayyip Erdoğan’ın taraftarlarınca bütün dünyada sunuluş tarzı, onun sadece Türkiye Cumhurbaşkanı değil, bir dünya lideri olduğu yönünde. O imajı güçlendirmek, böylece hem karşıtlarının gözünü korkutmak, hem yandaşlarını daha fazla etrafına kenetlemek bakımından içeriye bir izdüşümü elbette var ama bu hamleleri yapmasının esas nedeni, belli mecburiyetleri. Çünkü hükümetin güvenli bölge vs. politikası üç yıldır var. Mülteci krizi sayesinde şimdilerde bunun uygulanma şansının arttığı bir noktaya geldi. İkincisi, seçim zaferi bunu bastırmak için bir moral etki yarattı. 

TÜRKİYE’DE FAŞİZMİN YENİ SEMPTOMLARINI GÖRÜYORUZ 

Hemen her gün açılan Erdoğan’a hakaret soruşturmalarına geçtiğimiz hafta siz de 7 ayrı yazıyla dahil edildiniz. Nasıl karşıladınız?
TCK 299, eski 301’in yerini aldı. O 301 Hrant’ın ölümüne taşları döşeyen meşhur maddeydi. Şimdi 301 oldu 299. “Türklüğü aşağılamak” yerine, “Cumhurbaşkanına hakaret” geldi. Yani bu ülkede, mesela ben suçlandığım yazılarda RTE harflerini bile kullanmıyorum, -ki o Cumhurbaşkanın isminin baş harfleri. Hakaret bile değil- hafife alma edası taşıyor gibi algılanır ve yazının ciddiyetini azaltır diye bir kez bile RTE kullanmamış bir adamım, “ne hakareti” diye baktım. Hiçbir hakaret yok. Eğer ben yazılarımdan dolayı, cezalandırılmayı bir yana bırakıyorum, Cumhurbaşkanına hakaret soruşturmasına ben bile, -ben derken bilinen geçmişimden ötürü ve Tayyip Erdoğan’la ilişkili geçmişimden ötürü söylüyorum- buna muhatap oluyorsam, Türkiye’de siz siyasi tahlil yapamazsınız artık demektir. 

Basın ve ifade özgürlüğü mücadelesi son dönem yükseldi ancak yeterli mi?
Mücadele ediliyor, bunun ölçüsünü tutturamayız ama az önce söylediğim Türkiye’nin demokrasi mücadelesi kendi göbeğini kendi kesecektir aşamasında direniş sürüyor. İnsanlar teslim olmuyor. 

Teslim olma cephesinde farklı pozisyonlar da var. Örneğin 1 Kasım öncesinde Erdoğan/AKP eleştirileri yapılan Doğan Grubu gazete ve televizyonlarında dilin yumuşadığı gözlemleniyor. Nitekim uzlaşma mesajları da gönderildi. Bütün bunlar mücadelenin seyrini etkilemez mi ne dersiniz?
Bilemiyorum, direnen direniyor. Gerileyen geriliyor, boyun eğen eğiyor. Mücadele dediğiniz aynı tempoda, aynı ritimde akan bir hal değil, inişleri çıkışları oluyor, yenilgiler oluyor…

Mücadelede şunun da etkisi var mı, gazeteciler tek başına mücadele veriyor, işten atılan işçiler tek başına, kadın mücadelesini yürütenler keza öyle…
Faşizm öyle oturuyor zaten. O tek başınalıkları yaratarak, tek başınalıkların içindeki unsurlara en sonunda ben ne için yapıyorum, kimin için yapıyorum, ne işe yarıyor, neye faydası var, duygusunu vererek, kurumları yok ederek ve toplumun bireylerini yılgınlaştırarak ve genel anlamda kamuoyunu sessiz bir hale getirdiğiniz, büyük halk kitlelerini de irasyonel zeminler üzerine mobilize ettiğiniz anda, faşizm budur zaten. Faşizm askeri bir rejim değildir, tam tersine sivildir. Askeri bir tarafı yoktur. Biz kitaplardan okuduğumuzun yeni yeni semptomlarını görüyoruz şu anda Türkiye’de. 

TÜRKİYE ÖRNEK OLMA DURUMUNU KAYBETTİ

Tayfun Atay, ‘AKP post İslamist bir hareket olmaktan çıktı, artık karşımızda kapitalizmle barışık olmaktan öte faşizmle sarmaşık bir hareket var’ diyor. Katılır mısınız? 
Öyledir. Ve bu sadece Türkiye için değil, ideolojik planda, jeopolitik alanda, uluslararası alanda çok ciddi bir sorundur. Türkiye’den bahsediyoruz. Siyasi İslam veya ılımlı İslam veya İslamcılığın demokrasiyle pekala bağdaşabilir olduğu tezinin laboratuarı olarak Türkiye algılanmış ve özellikle Arap baharından sonra bütün Kuzey Afrika hatta Ortadoğu’daki rejimler için “izlenecek, emsal alınacak bir siyasi ideolojik merkez” gibi tahlillere konu olmuş bir Türkiye’den bahsediyoruz. Yani kendi sınırlarının boyutlarının ötesinde bir rol sahibi olan bir Türkiye’den. Eğer geldiğimiz nokta bu iktidarın ancak anti demokratik yollarla, otokratik uygulamalarla devam edeceğini ortaya koyuyorsa o zaman Türkiye bu örnek olma durumunu başkaları için kaybetti demektir. Bunun bütün her yere bir ideolojik izdüşümü olacak. Ben AKP ile gelinen noktanın böyle olduğu kanısındayım. 

Başkanlık burada nerede duruyor?
Başkanlık o güç tekelini merkezileştirip ülkenin gidişatını daha da otoriter kılacak çerçeveyi oluşturma anlamına geliyor. 

Başkanlığın seçimden hemen sonra gündeme getirilmesi, Erdoğan’ın fiili başkanlık içindeki pozisyonunu örtme, perdeleme gibi bir duruma da işaret eder mi? 
Sanmıyorum. 258 milletvekili, iki yüz küsur oyla bile kendi yüzde 52’sini hatırlatarak ‘zaten fiili başkanlığa geçtik’ ve ‘milli irade yanlış yapmıştır, bir daha seçim yapacağız’ dedi, yüzde 49.5 çıktı. Dolayısıyla onun tezi ve iddiası en azından kağıt üzerinde ve istatistik anlamında bu argümanın arkasında duracağı şekilde güçlenmiş oldu. Dolayısıyla ifade ettiğiniz oyunlara gerek yok. 

Başkanlık olabilir mi?
Şu anda yetmiyor aritmetik. Bir rahatsızlık Davutoğlu ile arasında olabilir. 

YÜZDE 49.5 EĞER KORKU NEDENİYLE OLDUYSA 24 SAAT ÖNCE BUNU NEDEN TESPİT ETMEDİN DEMEZLER Mİ ADAMA? 

1 Kasım sonrası yazılarınızda seçim analizi yapmadınız. ‘İçe dönük küçük hesaplar’ la ilgilenmeyeceğinizi ve ‘büyük ve geniş dünya içinde yol almaya devam edeceğinizi’ söylediniz. Bundan “enseyi kararttığınızı” mı çıkaralım?
Yüzde 49.5 her ne gerekçe ile olursa olsun bana çok çarpıcı geldi ve Türkiye’nin hem sosyolojisi üzerinde, hem de psikolojik hali üzerinde bunun nasıl oluştuğunu, nasıl ortadan kalkacağını düşünmek için davetiye gibi geldi. Bir de, böyle bir sonuç üzerine 24 saat sonra, 48 saat sonra “şundan dolayı oldu” demek, biraz ayıp. Üstelik siz demişsiniz ki, “Güçler dengesi 7 Haziran seçimlerinden üç aşağı beş yukarı çok farklı olmayacak.” E, öyle olmadı. “Korku oldu da ondan!” Yani eğer korku nedeniyle böyle bir sonuca varacaksa iş, niye 24 saat, 72 saat önce sen bunu tespit etmedin” demezler mi adama? Ben kendi kendime diyorum en azından.

Dolayısıyla en azından iç politika ve iç dinamiklerin bir takım özellikleri konusunda ben ve benim gibilerin bir süre hiç değilse söz söyleme hakkının elimizden alındığı kanaatindeyim. Kendi payıma Erdoğan’ın ne yapmak istediğini, oyunun ne olduğunu gayet doğru bir şekilde yorumlamışım. Zaten bu hakaret davası da -ki hakaret falan yok- o planlar üstünden açılmış davalar. Fakat yüzde 49.5 alamayacağını düşünüyordum. Bir de şu var, 70 yaşıma yaklaştım artık, bilmem kaç sene bir yerde durmuşuz, zaten diyorlar ki, “yeter hep seni mi dinleyeceğiz!”. Diyorum bu ülkenin üçte ikisi otuz yaşının altında, eğer halkımızın önemli bir bölümü böyle bir tercih yapıyorsa o zaman onun sonuçlarını ha babam ben, aman şuydu buydu diye izah etmeyeyim, oturun yaşayın o zaman!

Bu bir tepki mi?
Tepki değil sadece, biraz da gerçekçilik. Çünkü ben duruşumu değiştirecek değilim. Arkamda bilmem kaç yıl var beni o duruşa getiren. Gezi’de köprüleri toptan atmıştım. O nedenler bütün meşruiyetini benim nezdimde koruyor. Gezi’de ne tavır aldıysam, ondan sonra hangi pozisyonda durduysam buna devam ediyorum, ama çok önemli bir seçmen kitlesi onu reddediyor. O zaman sonuçlarını yaşayın, ne yapayım, ben durduğum yerde duruyorum. 

ÖNCEKİ HABER

Katliamların gölgesinde Suriye anlaşması

SONRAKİ HABER

Katliamlar ve G-20 İzmir'de protesto edildi

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...