09 Kasım 2015 01:03

Zeynep Gambetti: ‘İstikrar’ın bedeli ağır olacak

Paylaş

Serpil İLGÜN

Şaşırtıcı sonucuyla geride kalan 1 Kasım seçimleri masaya yatırılmaya, ortaya çıkan sonucun ekonomiden dış politikaya; Kürt sorununun çözümünden kutuplaşmaya, AKP politikalarına nasıl etki edeceği tartışılmaya devam ediliyor. Diğer yandan, 7 Haziran’dan sonra bizzat Başbakan Davutoğlu tarafından “gündemimizden düştü” denilen Başkanlık sistemi, hemen seçim ertesinde dillendirilmeye başlandığından, başkanlık ve anayasa değişikliği başlıkları seçim değerlendirmelerinin merkezine yerleşmiş durumda.
Türkiye’nin kritik ‘tekrar seçim’inin sonuçlarını siyaset bilimci Zeynep Gambetti ile konuştuk. AKP yüzde 49’a nasıl ulaştı? Tek başına iktidar olmak AKP’yi otoriter, baskıcı siyasetten geri döndürür mü? Sonuçlar çözüm sürecine nasıl etki eder? Başkanlık sistemi krizi çözer mi? HDP oyları neden düştü? Demokratik ve özgürlükçü siyasetin güç kazanmasının parametreleri neler?
Boğaziçi Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Öğretim Üyesi, Prof. Dr. Zeynep Gambetti yanıtladı.


AKP’nin yüzde 49’a nasıl ulaştığına ilişkin değerlendirmelerinizi alarak başlayalım. Sizce AKP’yi bu orana taşıyan dinamikler neler?
Seçmenin tam olarak ne düşündüğünü şu aşamada kesin olarak belirlemek imkansız olacağı için bu konuda söyleyeceklerimiz spekülasyondan ileri geçemez. AKP’nin oy artışının ne kadarı diğer partilerden, ne kadarı 7 Haziran’da oy vermeyen seçmenin bu defa sandık başına gelmesinden, ne kadarı 18 yaşına giren yeni seçmenlerden, bunu hesaplamak uzun zaman alacak. Diğer partilerin seçmeninin bir kısmı 1 Kasım’da oy vermemiş gibi gözüküyor, bu da etki yapmış olabilir. Her halükarda her iki seçimde oy kullananlar aynı kişilerdir diye bir şey yok. 7 Haziran’da yüz çeviren seçmen AKP’ye döndü diyebilmek için daha fazla veriye ihtiyacımız var.

Mevcut veriler ve AKP stratejisi üzerinden bakınca peki?
AKP’nin iki seçim arası kullandığı söylemsel stratejilere bakıldığında tüm AKP kadrosu ve yandaş yayınlar ağırlıklı olarak korku ve şantaj dilini kullandı. Kürtler üzerinde 2010’dan beri hız kesmemecesine uygulanan baskı daha da arttırıldı. Özellikle Cumhurbaşkanı, PKK’yi çatışmanın içine çekmek için elinden geleni ardına koymadı. Erdoğan, Newroz’da Öcalan’ın silah bırakmaya dair önerilerine rağmen HDP ve PKK’yi ‘terörist’ olarak damgalıyordu. Dolmabahçe mutabakatını bozan ve değersizleştiren de yine Erdoğan’dır. Bölgede geliştirilen özsavunma güçleri, 7 Haziran’dan sonra PKK’nin eylemsizlik kararını bozması ve Rojava’da özerk Kürt bölgelerinin konsolide olması Türkiye’de bir süredir dinmiş olan Sevr sendromunu yeniden depreştirdi. ‘HDPKK’ cinsinden gayet sinsice üretilen formüller sayesinde yasal ve meşru bir parti kriminalize edildi.
Silahların yeniden konuşması AKP’nin ekmeğine yağ sürdü. AKP oylarını arttıracak olan milliyetçi refleksi şahlandırmak için topyekün seferberlik ilan etti. Gün geçmiyordu ki Yeni Şafak gibi ‘sahibinin sesi’ gazetelerde HDP’yi kriminalize eden akıldışı iddialar ortaya atılmasın! Bunun yanı sıra şantaj dili de kullanıldı. AKP kendini istikrarla eşitledi, geçmişte koalisyonlar yüzünden yaşanan siyasal ve ekonomik sıkıntıları hatırlatıp durdu. Tek başına iktidara gelmediği takdirde ülkenin kaosa sürüklenebileceği senaryosunu üretti. Bu şantaj her sınıftan seçmeni ürkütecek nitelikteydi, zira gelir dağılımındaki eşitsizliklere rağmen AKP sınıflar arası geçişlere elveren bir rant sistemi kurdu. Bu rantı tehlikeye atacak bir kriz olasılığı -ki nitekim dolar yaz aylarında 3 liranın üstüne çıktı- ne düşük ne de yüksek gelirli seçmenin göze alabileceği bir risk değildi.
Daha pragmatik açıdan bakıldığında AKP teşkilatı iyi çalıştı. Kapı kapı dolaşarak nüfuz ve yardımlaşma ağları kurdu. Seçmeni birebir markaja almak için devletin kaynaklarını kullandı. Bunu “makarnayla oy satın aldılar” diyerek karikatürize etmemeliyiz. Birkaç mahalleden bildiğim kadarıyla AKP halkın her anlamda ihtiyaçlarını karşılayabilecek çok girift yerel cemaatler türetiyor. Sağlık, eğitim, iş imkanı ve en önemlisi aidiyet duygusu sağlayabiliyor. Makro siyasetin gölgesinde gelişen bu ağlar, koyu dindar olsun olmasın birçok insanı AKP’ye bağlayabiliyor. İki seçim arasında sönümlenmiş olan bazı ağların hızlıca yeniden devreye sokulmuş olduğunu tahmin ediyorum.

Oldukça aleni hale gelen tüm o yolsuzluklar, hukuksuzluklar böylece baskın niteliğini kaybetmiş, geri plana ittirilmiş ya da önemsizleştirilmiş mi oldu?
AKP kendini vazgeçilemez kılmakta çok usta. Anlattığım ağlardan başka, baskı, gasp, ihalelerden mahrum bırakma, kayyuma devretme, gözaltına alma, kriminalize etme gibi hukuksuz yöntemlerle “benden değilsen yaşatmam” mesajını da sürekli veriyor. Bir kısım seçmenin AKP’ye ‘mahkum’ olduğunu düşünüyorum.

Nasıl?
Yolsuzlukların farkındalar, ama parsadan pay almaya devam etme umuduyla konformizmi seçtiler. Diğer bir kısım seçmeninse gerçeklik algısıyla tehlikeli derecede oynandı. Gülen cemaatiyle kopuştan itibaren insanlar neye inanacaklarını bilemez hale geldiler. Tapelere ve ayakkabı kutularına varana kadar her şey ortaya saçılmışken, görünen her gerçeğin arkasında başka, daha derin bir gerçek olduğu fikri devreye sokuldu. Bir çeşit karşılıklı ayna oyunu gibi; aynanın her bükümünün içinde bir ayna daha var... Cemaat, devletin işlediği her suçun isnat edilebileceği bir odak haline geldi: Hrant Dink’i öldüren polis de Cemaat’ten, kitlesel KCK tutuklamalarını emreden hakim de ve tabii tapeler de Cemaat’in manevrası! Hükümete karşı komplo kurulduğu senaryosu, bakanların yolsuzluklarına dair somut kanıtları bulandırdı. Keza Gezi’yi faiz lobisi ürünü olarak gösterme çabası, penguen medyanın da işbirliğiyle başarılı oldu. Kabataş’taki sözde taciz olayını, camide içki içildi yalanını da unutmayalım.
Bundan daha da kötüsü Kürtlere yapıldı ve halen yapılmakta. Tıpkı 1990’larda olduğu gibi basın ve medya susturuldu, birçok gazeteci işten alındı, tutuklandı. Çok iyi hatırlıyorum, 1996’da Güçlükonak katliamını Hürriyet gazetesi, “PKK 11 köylüyü öldürdü” başlığıyla vermişti. O dönem yeni kurulan Evrensel ise “Askerler 11 köylü öldürdü” diye başlık atmıştı. Olay aynı, fotoğraf aynı, ama taban tabana zıt iddialar! Yıllar sonra Evrensel’in gerçeği aktardığı kanıtlandı ama bunu kaç kişi biliyor? Ana akım veya yandaş medyadan başka hiçbir yayını takip etmeyen vatandaşın gerçek sandığı şey başka, alternatif haber kaynakları olanlarınki başka.

Tüm bunlar bizi şizofrenik, güvensiz bir toplum mu yaptı?
Tam da öyle! Toplumsal benliğimiz yarılmış durumda! Bunun en belirgin göstergesi dünya çapında yapılan insanlar arası güven araştırmasında Türkiye’nin 117 ülke arasında sondan 3. çıkmasıdır. Toplumda ciddi bir güvensizlik var. Kendi gözümüzle gördüğümüze bile güvenemez hale geldik. Çok ağır dezenformasyon da söz konusu. Örneğin, Open Democracy sitesinde yayınlanan bir araştırmaya göre, Google’ın uluslararası sitesinde ‘Ankara katliamı’ diye aradığınızda IŞİD şüphesini konu alan yazı ve haberler çıkıyor, ama aynı aramayı Google Türkiye üzerinden yaptığınızda failin PKK olduğuna dair haberler çoğunlukta! Türkiye’nin batısı, Kürt coğrafyasına dair tarihsel ve toplumsal bir perspektiften yoksun. Biz de Türkiye kamuoyuna Kürt sorununun aslında bir ‘Türk sorunu’ olduğunu anlatamadık sanırım. Gezi’de Kürtlerin neden çanak anten kullanmakta olduğunu idrak etmiş olan Türkler bile bu yaz bunu yine unuttular. Gerçeklerden tecrit edilen kamuoyu son derece karışık olan Kürt sorununu bir tek anahtar sözcüğe -yani ‘terörizm’e- indirgeyebildi.

O halde, yüzde 49’luk oyun en azından bir kısmının AKP’nin savaş, baskı, kriz siyasetine onay vermek anlamına geldiği tezine katılıyorsunuz? Diğer yandan, gerçeklik algısıyla oynanan bir toplumun yaptığı tercih bu durumda ‘anlaşılır’ olmaz mı?
Yukarıda belirttiğim sebeplerden dolayı bir kısım seçmenin bunu bilinçli olarak yaptığını sanmıyorum, ama netice itibariyle 1 Kasım seçim sonuçları kana, ölüme, militarizme, ablukaya, hukuksuzluğa yeşil ışık yaktı. En azından şunu söylemek mümkün: Seçmen AKP’nin bundan sonraki icraatlarına artık ortak olmuş durumda.

KORKU EGEMENLİĞİNDE İSTİKRAR OLSA NE YAZAR

Yüzde 49’un sınıfsal karakterine ayna tutmak şu aşamada erken olabilir ancak AKP’nin hatırı sayılır işçi ve emekçi nüfusun oyunu aldığı görülüyor. Bu bağlamda, Soma katliamı yaşanmasına rağmen AKP’nin buradan en yüksek oyu alması ya da yakın tarihin en önemli işçi direnişlerinin yaşandığı Bursa ve İzmit’te açık ara kazanması nasıl izah edilmeli?
AKP sınıfları yatay olarak kesen birçok söylemsel unsuru birden kullanıyor: din, milliyetçilik, ve neoliberal olarak tanımlayabileceğimiz ‘sermayedar’ öznellik gibi. Bu ‘Amerikan rüyası’ denilen olgunun başka bir biçimini Türkiye’de yaratmaya başladı.

Açar mısınız, nedir sermayedar öznellik?
Fazlaca indirgemeci olacak, ama sanayi işkollarındaki işçilerin çoğunluğu sınıf bilinciyle değil, daha iyi yaşam koşulları ve daha fazla tüketim hayalleriyle greve gidiyor. Yandaş sendikaların verdiği mesaj da çok net: “Fazla ileri giderseniz, ekonomi batar, aç kalırsınız.”  Keza patronlar “Burası hepimizin ekmek teknesi, bu fabrika batarsa hepimiz batarız” fikrini aşılıyor. Sınıfsal çatışma şöyle dursun, işçiyi kapitalist ekonominin bekçisiymiş gibi gösteren bir ‘aynı gemideyiz’ anlayışı hakim. 1970’lerin İtalya’sındaki otomotiv grevlerinden hareketle ‘toplumsal sermaye’ kavramını geliştiren Negri ve Tronti gibi düşünürler işçinin de kendini sermayeyle özdeşleştirdiğini iddia etmişlerdi. Emek ekseni, sağ ve sol arasındaki bloklaşmayla artık birebir örtüşmüyor.

İstikrar, AKP’nin 7 Haziran’da da öne çıkardığı argümanlardan biriydi. Sizce istikrar vurgusunun 1 Kasım’da karşılık bulmasında temel saik hangisi; güvenlik mi, yoksa iktisadi kaygılar mı?
Her ikisi de bence. Burada altı çizilmesi gereken nokta ‘istikrar’dan ne anladığımızdır. AKP bize özgürlüğün, çoğulculuğun, farklılıkların bir aradalığının bir risk içerdiğini kanıksattı. Bu Nazi Almanyası’na tanık olmuş Frankfurt Okulu düşünürlerinden Erich Fromm’un bahsettiği ‘özgürlük korkusu’ kavramını çağrıştırıyor. Özgür birey veya topluluk var olan bir düzenin, iktidarın veya kutsal kitabın kurallarına uymak yerine doğru ve anlamlı olanı kendi keşfetmeyi arzular. Ancak özgürlük önceden belirlenmemişlik anlamında belirsizlik içerir ve endişe yaratır. Keza koalisyon demek, farklı parti çizgileri ve çıkar algıları arasında asgari müşterekleri bulmaya çalışmak, gerekirse ödün vermek demektir. Doğrudur ki, son derece polarize olan bu toplumda koalisyonlar kısa ömürlü olmaya yatkındır, ama bunun tersi ne? Tek parti devletine doğru ilerlemekteyiz. Bunun içerdiği risk seçmen tarafından yeterince algılanmadı. Yakalanacak olan ‘istikrar’ın çok ağır bedelleri olacak, başka türden bir istikrarsızlık yaratacak. Savaş ortamı, polis ve devlet terörü, baskı ve yıldırma operasyonları, hukuk yerine irade siyaseti, bunlar zaten polarize olan bir toplumda herkesin bugünden yarına ‘terörist’ olarak damgalanmasına yol açabilir. Korku ve nefretin hakim olduğu bir toplumda ekonomik istikrar olsa ne yazar?

HÜKÜMET DOĞRUDAN KANDİL’LE PAZARLIĞA OTURABİLİR

Erdoğan, ‘AKP’nin seçimden güçlü çıkması Kürt sorununun çözümüne olumlu etki edecek’ beklentilerinin aksine ‘Artık uzlaşma, konuşma yok, sonuç alma var’ dedi ve operasyonların süreceğini söyledi. KCK, 10 Ekim’de ilan ettiği ateşkesin AKP’nin savaş saldırıları nedeniyle ortadan kalktığını açıkladı. Savaş kararı nasıl sonuçlar doğurur? Ve bu sürdürülebilir bir durum mudur? AKP ne yapmak istiyor?
Türkiye halklarının kaderi artık iki aktörün, AKP ve PKK’nin dudağı arasındadır. AKP bilerek ya da bilmeyerek PKK’ye lig atlattı. PKK’ye bağlı güçlerin Rojava’daki askeri ve siyasi başarısı PKK’yi zaten uluslararası aktörler arasında yerini almaya hazırlamıştı. AKP’nin Kürtlere karşı kullanacağı yegane kart olan şiddeti giderek arttıracağı kesin gibi gözüküyor, ancak uzun vadede bunun AKP’ye hiçbir getirisi olmayacak, zira ekonomik istikrarsızlık yaratacak. Ülke siyasi açıdan nereye evrilir bilemeyiz, ama hükümet İmralı ve HDP’ye kısa devre yaptıracak şekilde doğrudan Kandil ile pazarlığa oturursa şaşırmam. Yegane bildiğim, Türkiye’nin batısındaki ilerici kesimlerin ne yapması gerektiği: Muhalif güçler olarak kaderimizin Kürtlerin kaderiyle bir olduğunu anlamalı ve sekterliği bırakıp Kürt özgürlük hareketindeki devrimci potansiyele sahip çıkmalıyız.
Bunun nasıl olacağı, demokratik, özgürlükçü siyasetin nasıl güç kazanacağı üzerine tartışmalar sürüyor. HDP’yi de içine alan geniş bir muhalefet birliği oluşturmak, öne çıkan yegane yöntem. Ancak birlikler oluşturma yeterli mi? Karşılık bulması için ne yapmalı?
Fırat’ın doğusuna dair yukarıda söylediklerimin dışında batıda laf üretmek yerine, iş üretmemiz gerek demekle yetineyim. Gerek sol örgütler, gerekse sendikalar basın açıklaması yapmaktan, Galatasaray’da 10-15 kişiden fazlasını çekemeyen eylem çağrılarından vazgeçseler iyi olur. Enerjimizi buna harcayacağımıza birçok Latin Amerika ve Asya ülkesinde üretilenlere benzer alternatif ekonomiler geliştirmeye çabalamalıyız. Geçim derdinde olan, doğal kaynakları zorla ellerinden alınan, sosyal güvenceden yoksun bırakılan, kimlikleri veya cinsiyetleri dolayısıyla ezilen ve zulüm gören kesimlerle birlikte çalışmadan fark yaratmamız imkansız gibi duruyor. Bu kesimleri devlete veya STK’lara teslim ettiğimiz ve gündelik hayata dair somut çözümler üretemediğimiz bir ülkede ‘yüksek siyaset’ feci soyut kalıyor ve kalmaya devam edecek.

PARTİ DEVLET YARATILMAK İSTENİYOR

‘7 Haziran’dan sonra başkanlık sistemi artık rafa kaldırılmıştır’  denirken, 1 Kasım’ın hemen ertesinde başkanlık için girişimlere başlanacağı AKP kurmaylarınca açıkça ilan edildi. Erdoğan’ın zaten fiilen başkanmış gibi davrandığı tespitini de anımsayarak, bunun yasal hale gelmesi Türkiye açısından ne anlama gelir?
Felaket olur. Başkanlık sisteminin demokratik olabilmesinin tek bir yolu var: başkanın gücünü sınırlandıracak ve denetleyecek kurumsal düzenlemelerin varlığı. Örneğin ABD tipi başkanlık sisteminde parti içi demokrasi, eyaletlere geniş yetkiler veren bir federal sistem, farklı seçim takvimleri olan iki meclis (yani senato ve temsilciler meclisi) mevcut. Yargı, merkez bankası ve medya iktidardan büyük ölçüde bağımsız. Devlet başkanının her istediği siyaseti uygulayamadığı durumlar sıkça yaşanıyor, mesela sağlık sistemi reformu meclise veya senatoya takılabiliyor. Devlet başkanının yetkilerini sınırlandırmayan bir başkanlık sistemi parti devlet yaratır. Gerçi istenen biraz da bu sanırım, AKP’lilerin demokrasiye veryansın etmesi belki de bu yüzden.

AKP, İÇERDEN ÇÜRÜYEN BİR AĞACA BENZİYOR

Kimi liberaller ve tabii yandaş kalemlere göre AKP uzlaşma, kucaklaşma siyaseti izleyecek ve fabrika ayarlarına dönecek; kimilerine göre ise, 1 Kasım stratejisine oy kazanan AKP’nin bundan vazgeçmesi için ortada bir sebep yok. Oylarını yine otoriter pratiklerle konsolide etmeye devam edecek. Ne dersiniz?
AKP’yi içeriden bilen çok değerli bir arkadaşımın yorumuyla partinin ‘fabrika ayarlarına’ dönmesi imkansız. Zira içerden çürüyen bir ağaca benziyor. AKP hala ‘dava’dan söz ediyor olsa bile, 13 yıllık icraattan sonra biliyoruz ki bu dava çokça kirlendi ve yozlaştı. Seçim akşamı Başbakan’ın uzlaşma mesajlarına karşın hemen ertesi günden başlamak üzere sinyalleri verilen operasyonlar, bu seçimde halkın yüzde 51’inin aslında ‘mağlup’ olduğunu gösteriyor. AKP ahlak, vicdan, dürüstlük gibi İslami değerlere değil, iktidar olgusuna hizmet veren bir parti. 2001’den beri açtığı özgürlük alanlarını – örneğin askeri vesayetin sonlandırılması, başörtülülerin kamusal alana girmesinin sağlanması gibi – gayet paradoksal bir şekilde kapatıyor. Askeri vesayet yerine tek parti vesayeti, kutsalların rehabilitasyonu yerine dinin her tür kirli çıkar ilişkisiyle özdeşleştirilmesi söz konusu. Üstelik muhalif İslami kesimi de susturmayı ve sindirmeyi başardılar. Eleştiri ve özeleştiriye kapalı bir cemaat haline geldiler. Fark etmedikleri şey, gelecekte bir gün kendi içlerinden birilerinin de ‘terörist’ damgası yiyebileceğidir. Hukuk herkesi korur; hukuksuzluk ise kimsenin güvencesinin kalmaması demektir

‘HDP TÜRKİYELİLEŞMEDİ’ DİYENLER BATI SEÇMENLERİ

HDP’nin oy kaybının nedenlerini bir soruya sığdırmanın zorluklarını unutmayarak soralım; Sizce tüm o baskılar, kriminalize etmeler dışında, HDP’nin temel handikapları ne oldu?
HDP’ye çok haksızca yükleniliyor. Evet, AKP ile PKK arasında sıkıştığı doğru. Ancak alması gereken pozisyon ne olmalıydı? Türkiyelileşemedi diyenler genelde batı seçmenleri. Bunlar HDP’ye sistem tarafından dışlanan aktörleri birleştirme misyonunu yüklediler. HDP, 1980 sonrasında her daim arzu edilen ancak bir türlü gerçekleşmeyen muhalif birliği müjdeliyordu. Ayrıca farklı bir soluk, farklı bir söylemle yola çıktı. Ama Türkiye’nin batısındaki seçmen HDP’nin Kürdistan’la organik bağı olduğunu, ardında Kürt özgürlük hareketinin ve Kürt seçmenin desteği olmadan böylesi bir partinin vücut bile bulamayacağını göremedi. Fırat’ın doğusundan bakıldığında ise HDP fazlasıyla Türk seçmene hitap eden bir parti haline geldi. Bölgede biriken öfkeye tercüman olamadığı gibi bir görüş hakim. PKK’nin bile kontrol etmekte güçlük çektiği genç nüfus Kürtlerin kaderini Ankara’nın tayin etmesine rıza göstermiyor. Bölgede bıçak kemiğe dayanmış durumda. İnsanlar yiten canların yasını tutamadan yeni yaslara boğuluyorlar. Bir ülke düşünün ki devlet kendi sınırları içerisindeki kentleri abluka altına alıyor! HDP buna kayıtsız kalamazdı. Cenaze kaldırmaktan, yakılıp yıkılmaktan başını kaldırıp da son derece ustalıkla yönetilmesi gereken bu ikilemden alnının akıyla çıkmayı başaramadı. Ama şu da var: Feci bir dezenformasyon atmosferine rağmen barajı geçebildi. Bu da seçmende Kürt sorununun demokratik çözümü konusunda hala bir umut olduğunu gösteriyor.

MÜCADELENİN GÜNLÜK HAYATIN İÇİNDE ÖRÜLMESİ GEREKİYOR

Malumunuz, 1 Kasım özellikle iktidar partisi açısından sonuçları en öngörülmeyen seçim oldu. AKP için tahmin edilen oranlarla, ortaya çıkan sonuç arasındaki makas en az beş puan! AKP stratejisinin bu kadar karşılık bulacağını neden göremedik?
Biz de toplumsal benlik yarılmasından payımıza düşeni aldık sanırım. Çevremizi bize benzer insanlarla kuşatıp, şeçim anketlerine aşırı güvendik. Anketlerin neden yanlış çıktığını değerlendirmeyi bunun uzmanlarına bırakıyorum. Muhalif kesimler olarak makasın bu denli açıldığını göremememiz muhtemelen yukarıda da bahsettiğim gibi işten çok laf üretmemiz yüzündendi. Farklı çevrelerle temas kurup mahallere inebilseydik, belki tablonun hiç de iç açıcı olmadığını görebilirdik. Tabii burada sistem içi muhalefetin hatalarına da değinmek gerekecek. MHP ve CHP tabiri caizse ‘eski nizam karakolları’, yani kendini yenileyemeyen partiler. Her ikisi de ezberden konuşuyor. Daha yeni partiler olan AKP ve HDP karşısında CHP, örneğin, Kemalizm’e hapsoldu, laikçiğinden ve ulusalcılığından bir türlü kurtulamadı. Ecevit çizgisinde bir sosyal demokrasiyi bile yeniden canlandırmakta aciz kaldı. MHP’ninse milliyetçilikten başka sunacağı hiç bir şey yok. Komünist Parti deseniz, bir avuç dogmatik militandan gayri kimseyi ikna edemeyen sekter bir oluşum. Oysa Gezi direnişinde yaşanan kırılma, çok farklı muhalefet biçimlerine doğru evrilen taban siyasetleri çağında olduğumuzun göstergesidir. HDP kurulduğundan beri böylesi siyasetleri birleştirmeye çabalıyor. Eğer AKP hakikaten parti devlet kurma vizyonuyla hareket ediyorsa, ezberci veya dogmatik güçlerin ona  karşı alternatif üretmesi mümkün değil. Mücadelenin her an ve her yerde, günlük hayatın içinde, gerekirse farklı ideoloji ve kimliklerin bir aradalığıyla örülebileceğini artık görme zamanı geldi sanırım.

FOTOĞRAF: EREN BOZBAŞ

ÖNCEKİ HABER

‘Seçim doğal değildi sonuçları da doğal olmayacak’

SONRAKİ HABER

Putin, Mısır’a uçak seferlerini resmen yasakladı

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...