28 Ağustos 2022 01:55

Meze köy!

Mezeköylüleri

Fotoğraf: Kazım Kızıl

PAZAR
Paylaş

İncir ağacının dibine ayaklarını sere serpe uzatarak oturdu. Ben de yanına çöktüm. Bir saattir geziyorduk öğle sıcağının altında. Kırk derece sıcaklık, nem derken bir saatlik gezinti ikimizin de pestilini çıkarmıştı.

Üzerindeki beyaz gömlek terden sırılsıklam olmuştu Ömer’in. Alnında, yüzünde, boynunda domur domur ter derecikleri oluşmuştu. Benim durumum da ondan aşağı değildi hani. Sırtımdaki tişört oluk oluk akan terden ıpıslaktı. Rüzgar da sanki inadına püf bile etmiyordu.

Elindeki iki küçük bardacık incirinden birini bana verdi. “Yıkamana, kabuğunu soymana gerek yok. Ye gitsin” dedi. Öyle yaptım. Ağzımın içi bir anda tadından çatlamış bardacığın balı kesti.

İncir bahçesinin içindeydik ama etrafımız silme zeytinliklerle doluydu. Bulunduğumuz bahçede iri meyveleriyle nar ağaçları da vardı. Cevizden büyük mor taneleriyle kocaman bir kırmızı papaz eriği az ötemizdeki bahçedeydi.

Ben tam ağaca bakarken eriğin dalından yeşil tüylü, sarı gagalı küçük bir kuş şakımaya başladı. Az öteden, dere kenarındaki söğüt ağaçlarının oradan karşılık geldi kuşun ötüşüne. Bir süre ötüştü iki kuş. Sonra bizimki, erik dalından dereye kanat açıp gitti.

Başçayır Deresi’nin yatağında damla su kalmamıştı. Dibinde ak pak taşlar, etrafında gümüş gibi parlayan kumlar ve derenin kenarlarında bir kısmı sararmış dalgan otu ailesi vardı. Bu derede yaşayan kurbağalara, balıklara, yılanlara içim cız etti. Bir damlacık suya hasret, kim bilir nasıl zamanlarla yüzleşmişlerdi.

Sırtımızı yasladığımız incir ağacının hemen solundaki mısır tarlasını işaret etti Ömer parmağıyla. Yemyeşil mısır sapları adam boyunu geçmiş, mısır koçanlarından sarı püsküller sarkmıştı.

“Kuyunun birini bu tarlaya vuracaklar” dedi. “Diğerleri de incir, zeytin, erik bahçelerinin içine.”

Belki bir yarım saat kadar oturup dinlendik ağacın gölgesinde. Bu sürede JES şirketinin köylerine ne zaman geldiğini (Bir yılı aşmış projeyi öğrendiklerinden bu yana), kendilerinin ne zaman çadır kurup şirket araçları geçmesin diye yolun kenarında nöbet tuttuklarını anlattı. Soluklandığımıza kanaat getirip yürüdüğümüzün dakikasında pişman oldum ben açıkçası. Güneş hâlâ amansız, sıcağını bol bulamaç boşaltıyordu tepemize.

Gezdiğimiz yer Başçayır Deresi’nin etrafındaki alüvyonların oluşturduğu düz bir vadiydi. Civardaki bütün köyler yazın kuruyan bu derenin etrafına kurulmuştu.

Bir yoncalığın yanında durdu Ömer. Yoncalar yemyeşil bir halı gibi yayılmıştı tarlaya. “Bak şu toprağa. Bir gram gübre yok. Şu mısırlar 15 gündür sulanmadı ama yine de ne kadar canlı görüyor musun? Ya şu zeytinler? Kim derki 200-300 yaşındalar diye. İnsan diksen biter bu topraklarda” dedi. Yüzü gülümsemekten ışılıyordu zeytinleri anlatırken.

Zeytin ağaçlarının o yaşta olduklarına gerçekten inanamadım. Yaprakları tazecik, canlı, kalın gövdelerinin üzerinde gürbüz dalları bilek kalınlığındaydı. Dallar mavi göğe doğru alıp başını gitmişti.

Biraz ileride bir tarlanın içindeki fidanlığın önünde de durduk. Bir dönümlük kadar bir yerdi. Kimisinin boyu bir karış, kimisi tay tay çağındaki çocuk gibi yenice boy atmış, siyah poşetlere sarılı toprağın içine gömülmüş incir fidanları sıra sıra diziliydi. Fidanların önünde yüzü dondu, buruldu Ömer’in. “İşte burasını da kamulaştırdılar. Nereden baksanız 17 bin 500-18 bin incir fidanı var. ‘Taşıyın’ diyorlar bize de şu saatten sonra bunları taşımaya çalışırsanız fidanlar hep ölür. Bunu bilmiyorlar mı? Biliyorlar bilmesine de, işte!..” dedi.

Sağı solu ağaçlarla çevrili toprak bir yoldan ilçeye giden asfalta çıkar çıkmaz güneşin yakıcılığını daha da bir hissettik. Kusuyordu asfalt sıcağı!

Menteşeler’den Başçayır’a, oradan Uzundere, Mezeköy ve Baklaköy’ün içinden geçip Köşk’e kadar uzanan kara yolunun kenarında kurulan nöbet çadırına dar attık kendimizi. Birer ikişer bardak soğuk su ile ancak dindi susuzluğumuz. Mezeköylü kadınlar plastik sandalyelere oturmuş, bizi bekliyorlardı. Haberleri vardı geleceğimizden. İzin isteyip sokulduk yanlarına. Sonrasında bize, başlarına gelen bu jeotermal belasının köylülerde yol açtığı duygu ve düşünceleri dinlemek kaldı.

Kadınların içinde en yaşlısı olan Ayşe Nine dişsiz ağızda yuvarlanan sözlerinin üstüne basa basa dedi ki; “Bu yaşımda bile benim için önemli olan sağlık. Gelecek nesillere hastalık getirecek bu sıcak su”.

Yüzünden sağlık fışkıran Emir Ayşe kaşlarını çatarak anlattı içindekini “Bize ‘Rızan var mı?’ diye soran bile olmadı. Külliyen karşıyız”. Az ötede, sıska bir söğüt ağacının gölgesinde oturan Sait Erdem söze karıştı uzaktan; “Beni iyi dinle şimdi. Bu önümüzden geçen yolu ben verdim devlete. Tek kuruş da almadım. Şimdi gelmişler tarlamı elimden almak istiyorlar. Evim 50 metre jeotermale. On nüfusum var. Bunun kokusuyla nasıl yaşarız biz?”.

“Yarın su sıkacaklarmış üzerimize” dedi, yanı başımda oturan genç kadın. “Haber etmişler ‘Yarın yolu açmazlarsa jandarma zoruyla açtıracağız’ diye. Jandarmayı bizim üzerimize salacaklar. Biz yaşamak istiyoruz. Temiz doğamızla, tarlamız, suyumuzla. Tek derdimiz bu. Bunun için döveceklerse dövsünler”.

Dövdüler! Ertesi gün hem öğleyin, hem gece yarısı dövdü jandarma köylüleri. Köylüler yolun üzerine oturmuşlar kalkmıyorlardı. En önde kadınlar vardı. Ne laftan anladı jandarma, ne dinden, ne salavattan. Kalkanlarla giriştiler köylülere. Gündüz vakti birkaç kişi yaralandı, ambulansla taşındılar. Yine de geçit vermedi köylü, TOMA’nın ardına saklanıp yolun açılmasını gözleyen şirket araçlarına.

Gece yola sandalyelerini koydular. Ay tepelerinde parlarken gövdelerini şirketin makinelerinin, jandarma kalkanının önüne attılar. Milletvekilleri de vardı yanlarında. Onların “Bu yaptığınız hukuksuz. İnsanların toplantı, gösteri, yürüyüş hakları var. Temiz çevrede yaşama hakları var” demeleri hiçbir etki yaratmadı jandarma komutanının üzerinde. “Hükümetin, valinin emri var. Yolu açmazsanız dağıtacağız” dedi de başka bir şey demedi.

Gece yarısı 02.30 gibi en öndeki kadınları süpürerek ilerledi jandarma. Kalkanları ile kuşattıklarını arkalarına atıp, gözaltına aldılar. Çığlıklarla, ellerini, gövdelerini, kollarını, kafalarını kalkanlara dayayıp direnen kadını erkeği ile koca bir köyü ite kaka, vura, savura ezip geçtiler. Jandarmanın arkasından da şirketin kepçeleri daldı bahçelerin içine.

Gecenin üç buçuğunda, kollarında, omuzlarında, sırtlarında darp izleri bulunan iki kadın bir saat önce yolu kapattıkları yere kalkanları ile barikat ören jandarmaların karşısına geçip verip veriştirdiler. Hırpalanmışlardı, hem fiziken, hem moralmen berbat durumdaydılar. En çok da şimdiye kadar kutsal belledikleri devlet tarafından bir çöp gibi şirket araçlarının önünden süpürüldükleri için kırgındılar.

“Bizi yurttaşlıktan da çıkarın. Elimizdeki kimliklerimizin kağıt kadar hükmü yok sizin nezdinizde. Polisle, jandarmayla tapulu arazilerimize girdiniz, bizi döve döve” dedi kadının biri. Öfkeden yanakları kızarmış, çıngı fışkırıyordu gözlerinden.

Yanı başındaki ince narin kadının sesi zorla çıkıyordu boğazından, “Fidanlarıma kıydınız. Biz devlete bugüne kadar bir gram haksızlık yapmadık oysa” dedi, kısık kısık.

Biraz önce konuşan kadının söyleyecekleri bitmemişti daha jandarmalara; “Ben vergi veriyorum, alnımın teriyle kazanıp. Sizi, ben doyuruyorum. Yazıklar olsun, insan bildik sizi. Gece rahat uyumayın. Neyden korkunuz varsa Allah onunla sınasın sizi!”.

“Fidanlarım” diyordu hâlâ yanındaki köylüsü; “Kardeşi kardeşe kırdırdınız, bir şirket için. Altmış yaşındaki anamı sürüdünüz yerlerde. Elbette bir gün adalet gelecek. O zaman da siz olmayacaksınız…”

Darmadağın olmuş, dövülmüş, sövülmüş, bir çöp gibi kenara süpürülmüş köylüler ay ışığının altında sessizce çekildiler evlerine. Yirmi kadar köylü gözaltı aracına bindirilip Köşk jandarma komutanlığına götürülmüştü. Köylüler, gözaltına alınanları dert etmekten uyuyamadılar sabaha kadar. Onların derdi kendi yaralarından daha acıtıyordu canlarını.

Ay, hızla çekildi köşesine. Güneş yeni bir ağustos gününü ısıtmaya başladığında kaymakam hanımın köye giriş çıkışları yasakladığı haberi geldi. Zaten köylü de derman kalmamıştı dışarı çıkmaya. Birbiriyle el şakaları yaparak devriye atan bir iki jandarma erinin dışında bomboştu sokaklar.

Mezeköy, jeotermal şirketinin önüne incir ve zeytinli bir meze tabağı gibi sunulmuştu!..

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...