26 Mayıs 2012 12:30

Herkes kendi Godot'sunu özgürce beklemeli

Şirin Baba’ya ses veren, Godot’yu Beklerken’de Estagon ve 7 Numara’nın Vahit Emmisi, Engin Alkan’lasınız. Bu sıralar Şehir ve Devlet Tiyatrolarını “iyileştirmek”, “daha demokratik” yapmak isteyen Hükümete karşı sanatçıların yaptığı eylemlerde, kendini yırtarcasına derdini anlatmak isterken görüyor

Herkes kendi Godot'sunu özgürce beklemeli
Paylaş
Ayşen Güven

Samuel Beckett’in ‘Godot’yu Beklerken’indeki iki karakter, Vladimir ve Estragon beklerler. Tanrıyı ya da güzel bir kadını... Godot’nun bir kurtarıcı değil de beklemenin, beklentinin adı olduğunu biliriz. Herkese kendi Godot’sunu kendi bekleyişini dayatan iktidara “herkes kendi Godot’sunu beklemekte özgür olabilmeli” diye sesleniyor Alkan.
Vira efendim...

Hükümet, halk nezdinde ‘sadece karşı çıkan, statüko yanlısı’ görünmeniz için algılara dönük büyük bir kampanya sürdürüyor. Hatta bizzat Başbakan bu görevi üslenmiş gözüküyor. Ne istemediğinizi değil de ne istediğinizi konuşmakla başlasak…
Şehir ve Devlet Tiyatroları’nda gerçekten tıkanmış, bir zamandır işlemeyen, köhneleşmiş yapının herkes gayet farkında. Bu yapıyı yeniden işler hale getirmekse niyet, bu noktada bizim de söyleyecek çok sözümüz olur. Kamuoyunda, bizim statükocu olduğumuz, kendi maaşlarımız için itiraz ettiğimiz gibi bir yanılsama yaratılmaya çalışıldı. Oysa biz “memur sanatçı” kavramının sanatı öldürdüğünün farkındayız. Sanatımızı ve  kendimizi geliştirmek için insan üstü bir çaba harcıyoruz. Dolayısıyla ödenekli kurumlarla beraber özel tiyatroları da kapsayacak bir reformun olması gerektiğini zaten düşünüyoruz. İyi niyetten şüphe etmiyorsak eğer, hemen birbirimizi karşılıklı dinleyebiliriz ve burada 98 yıldır oluşmuş deneyimi, masaya yatırıp ortak akılla çözümler arayabiliriz. Ayın 11’inde Bakanlar Kurulu tarafından ödenekli tiyatroları da kapsayan bir model açıklanacağı sinyallerini alıyoruz. Öncelikle bizlerin sürece dahil edilmesi gereklidir. Bir büyük tiyatro hamlesine giden süreci hep beraber başlatabiliriz. Bizim hükümetten, Kültür Bakanlığından ve İstanbul Belediye Başkanlığından talep ettiklerimiz bunlar.

TİYATRO DEMOKRATİK OLMAZSA…

Bir işe besmeleyle başlar gibi Hükümet de bütün baskıcı uygulamalarına “demokrasi için” diyerek başlıyor. Tiyatrolarda da böyle oluyor. Peki tiyatroların demokratik olması seyirci açısından ne ifade eder?
Kendi hayat görüşünü, yaşayışını, kendi dertlerinin tezahürünü sahnede görmek isteyen, bu çok seslilik içinde kendini ifade edebilme olanağı bulmak isteyen seyircinin, kamu tiyatrolarının da, özel tiyatroların da, sanatın da demokratik bir ortamda yapılmasını savunuyor olması gerekir.

Demokratik olmazsa neler olur?
Sadece iktidara yakın seslerin duyulabildiği, diğerlerinin marjinalleştiği, bir kenara itildiği ve insanların tıpkı ‘80’li yıllarda olduğu gibi, evlerine kapanıp televizyonlarının karşısında uyutuldukları bir çöl olur. Bugün bu tehlike duruyor önümüzde. Genç yaşımdaydım darbe olduğunda, tek sesliliğin, baskıcı yönetimin, tiranlığın ne demek olduğunu çok iyi biliyorum. Şimdi sivil yönetimle, halk iradesiyle iş başına geçmiş yani demokrasinin kurallarıyla göreve getirilmiş bir rejimin despotik uygulamalarıyla karşı karşıyayız. Bu tek seslilik insanların hayatlarından, düşüncelerinden çalacaktır. İnsanlara korkuyu yerleştirecektir.

Şimdi sanatın/tiyatronun, memleketin hali için Godot’yu mu bekleyeceğiz?
Godot’daki iki karakterimiz beklerler...bekledikleri nedir? Yazar tarafından somut biçimde gösterilmemiştir. Kimisi tanrıyı bekler, kimisi bir güzel kadını. Kimisi ölümü beklediğini düşünür, ama sonuç olarak hayata gelmeyi ve hayatta kalmayı bir bekleme eylemi içine sokar Becket.İnsanlar kendilerini kurtaracak bir şeyi beklemektedirler. İster buna tanrı deyin, ister sistem... devrim deyin isterseniz... İnsanlara Godot’a yükledikleri her neyse onu beklemeye devam edebilecek ortamı sağlamak zorundalar. Godot gelir ya da gelmez, önemli olan bekleme hali ise herkes istediğini beklemekte özgür olmalıdır.

RESMİ İDEOLOJİNİN PARÇASI OLMAK DA SANATIN İÇİNDEDİR

27 yıllık Şehir Tiyatrosu sanatçısısınız. Muhafazakar sanatın herhangi bir disiplinde örnekleriyle karşılaştınız mı? Mesela hiç muhafazakar bir oyunda oynadınız mı?
“Muhafazakar sanat olmaz!” diye bir yargı düşünceyi ipoteklemek anlamına gelir ki sanat her türlü özgür fikre açık olmalıdır. Ancak bildiğimiz kavramların önlerine yeni kavramlar ekleyerek şıpın işi ekoller yaratmak mümkün değildir. Her sanatçı gönlünce manifestolar üretilebilir ancak bunların sanatsal karşılıklarını ürünler üzerinden değerlendirmek gerekir. Sanatta muhafazakarlık yeni bir şey değil. Muhafazakar refleksler sanatın içinde değişik ölçeklerde yer alabilirler. Sanatta muhafazakarlık sorunsalı, belki ta Antigone’dan beri tartışılan bir konu. Bu noktada verilmiş örnekler var. Ama ‘muhafazakar sanat’ diye bir akımın, manifestonun varlığı başka bir şeydir. Muhafazakar düşünceye yakın sanat eserleri mutlaka karşımıza çıkmıştır. Sanatçının, yazarın ya da yönetmenin hayata bakışından kaynaklı bir tercih olarak eserlerde muhafazakarlık yerini bulmuştur ya da bulmamıştır. Bütün dünyada bunun örnekleri sergilenmiştir. Öyle olmasaydı Mozart’la Salieri aynı zaman diliminde ürün veremezlerdi. Çünkü biri yaşayışıyla düzene karşı çıkar, diğeriyse düzen yanlısıdır. Mesela Hagop Baronyan’la Güllü Agop aynı dönem yaşamıştır. Hagop Baronyan’ı kimse tanımaz çünkü muhaliftir. Güllü Agop’u ise, Yakup olarak da olsa herkes tarafından tanınır. Muhafazakarlık ya da resmi ideolojinin bir çeşit parçası olmak, sanatın özgürlük alanlarını kısıtlı algılamak da sanatın içindedir. Ama bu yönelimler bir ekol oluşturmaya yeter şeyler değildir.

Ekol oluşturabilmesi için neler gerekir?
Farklı bir estetik, farklı bir felsefe yaratmalı. Böyle iddiada bulunan birinin bunu kanıtlamasını, farklı bir senteze ulaşmasını bekleriz. Sanatsal anlamda bu tartışmalar evrenseldir Türkiye’ye ya da Şehir Tiyatrosu’na özgü değildir.

Öyleyse bu söylemleri olağanın dışına çıkaran neler oluyor?
Şöyle ki; bu fikir kendi kadrolarıyla, yandaşlarıyla, kendi rant sistemiyle beraber geliyor ve topluma dayatılıyor. Yandaşlık muhakemeyi ortadan kaldırır. Bu tür tartışmaların pek çoğunun arkasında, yandaş omuz birliği, ortak çıkarlar söz konusu. “Siz bugüne kadar Kemalisttiniz, jakobenisttiniz, şimdi çekilin sahadan, biz faydalanacağız bu verimli alanlardan” gibi bir düşünce kabul edilemez. Burada bugüne kadar emek vermiş insanları bir takım fetiş haline gelmiş cümlelerle çok adaletsizce yargılamış olursunuz. Ayrıca, bütün farklılıklarımıza rağmen bir arada iş üretmeyi beceremiyorsak, birinin sokakta gezmesi için diğeri eve kapanmak zorunda kalıyorsa bu ciddi gerilemedir. Çünkü halk zaten kültürel olarak kutuplara çekiliyor. Bakın bu ülkede on yıllardır bir iç savaş devam ediyor. Artık insanları birbirinden koparacak değil, birleştirecek söylemlere ihtiyacımız var. Yoksa sizin darbe yapan faşist cuntalardan, tek parti yönetiminden ne farkınız kalıyor. Şehir ve Devlet Tiyatroları için de demokrasi gerekir. Başımızdaki insanların yaptığı ile söylediği bir olsun istiyoruz.

‘Bugüne kadar bu tiyatrocular neredeydi?​’, ‘Başka fabrikalar, kamu kurumları özelleştirilirken onları neden görmedik?​’ deniyor...
Burada büyük bir yanlış hüküm var. Tiyatro bugüne kadar sesini çıkarmamış bir kurum olsaydı, üzerinde baskı kurmak için bu kadar uğraşılmazdı. Tiyatro elbette ki, var olan özgürlük ortamının sınırları içinde, çok sağlam örneklerle düzeni, adaletsizlikleri eleştiren bir yapı içinde olmuştur. Yeterlidir yeterli değildir, ayrı tartışılır. Ama bizden politik olma adına ‘70’li yıllarda olduğu gibi, oyunlarımız sırasında sahnede slogan atmamız  beklenmemeli. ‘Daha bu tiyatrocuları sokaklarda görmedik’, ‘Bunlar şunlara karşı durmadı’, ‘Bize destek vermedi’ söylemleri bütünüyle gerçeği yansıtmaz. Evet, apolitize olmuş bir kuşağın devamı olan insanlar şu anda sahnelerde. Sanatçıların büyük kısmı içine kapanık.Bugün bir ‘68 ruhunu, ‘70’leri sadece tiyatroda değil hiçbir yerde bulabilmeniz kolay değildir. Biz insanların, kendi haklarını savunmaları, örgütlenmeleri için kan revan içinde çabalıyoruz. Liberalleşmenin maalesef bizim geleneğimize yansıması; örgütlü çalışmayı bilmemek olmuştur. Ama ‘Sahnelerde hiçbir şey söylenmemiştir’, ‘Politik tavır yoktur, ‘Bir eleştiri geliştirememiştir’ gibi söylemler doğru bir yaklaşım değildir. Biz sözümüzü sahnedeki mizansenin altına döşeriz. Derin insani çelişkileri, insandan yana taraf tutarak sergileriz. Mesela Hamlet’teki ‘Var olmak mı? Yok olmak mı’ cümlesi bugün yaşadığımız şeyi tarif eder. Slogan değil, basit bir sorudur.  İktidarın dümen suyuna geçip sürekli sırtımız sıvazlanarak, hiçbir şeye ses çıkarmadan var olmak mı? Yoksa sokaklara dökülüp; atılmak, kovulmak, ötekileştirilme hatta değersizleştirilme pahasına gerçekleri söylemek mi? Bu yüzden derdini iyi anlatan bir Hamlet politiktir.

OYUNCULAR EMEKLEMEYE ÇALIŞAN ÇOCUK GİBİLER ŞU ANDA

Son 20 yıl içinde bile çok büyük KİT özelleştirildi. Bunlar arasında TÜPRAŞ, TÜRK TELEKOM, SEKA, TEKEL gibi çok büyük fabrikalar var. Hepsinde de direniş, sadece o kurumun emekçilerine kaldı. Şimdi benzer bir durumla Şehir ve Devlet tiyatrolarında karşı karşıyayız. Şimdi de bu dert sadece tiyatrocuları mı ilgilendiriyor?
Bizim şu günlerde kendimize itiraf ettiğimiz bir şey var, hani bir musibet bin nasihatten iyidir hesabı... Son günler gösterdi ki; birlikte farklılıklarımıza rağmen düşüncelerimizi belli bir düzen içinde ortaya koyup sokaklarda yan yana durabiliyoruz. Aslında emeklemeye çalışan bir çocuk gibi şu anda oyuncular. Bütün bu yaşananlar bir daha gösterdi ki; örgütlü mücadele edilmediği zaman bir şey kazanabilmenin imkanı yok. Örgütlenmeyi yeniden öğreniyoruz. Daha önceki 1 Mayıs’larda görmediğim insanları bu yıl ellerinde flamalarla alanda gördüm. Toplumlar böyle öğrenmiyor mu?


HOŞGÖRÜYE DEĞİL EŞİTLİĞE İHTİYACIMIZ VAR

‘Şark Dişçisi’ndeki şarkıların sözlerini yazdığınızı da öğrendik. Bu yılda sahneye koyduğunuz bu oyundan da bahsedelim...
Bugün gelenekçiler, “Osmanlı değişik kültürleri yaşatabilmiş, bütün meselelerini halletmiş, etnik unsurları kendi bünyesinde çözmüş, bir çeşit çok seslilik kültürü geliştirebilmiş” diyorlar. Buna katılıyorum. Osmanlı belli ölçülerde toplumsal birlikteliğini hoşgörü ve toleransa dayanarak çözmüştür. Bugünse, sorunlarımızı sadece hoşgörü ile çözemeyiz. Çünkü bugün hoşgörü bir dominantın resesife gösterdiği bir kıyaktır. Bu ülkenin yurttaşlarının birbirine hoşgörülü değil eşit durması gerekiyor. Osmanlının da çözemediği yer burasıdır. OSMANLI’NIN YAŞAM PRATİĞİNİ GELİŞTİRMEDEN  İLKESELLEŞTİRMEK, “Osmanlı’ya dönelim” hevesiyle  çağı yakalayamayız. Artık demokrasi düşüncesi hoşgörünün ilerisindedir. Benim hem ‘İstanbul Efendisi’ hem de ‘Şark Dişçisi’nde vurgu yaptığım çok kültürlülük böyle bir esasa dayanır. Ermeniler ve Türkler elbette birbirinden farklıdır, aynı olmasınlar zaten. Bütün bu farklılıklarımıza, bilinç altımıza kazınmış düşmanlıklara rağmen adalet hissiyle üç saat gülüp eğlenip alkış alıp sahneden iniyoruz. Kamu tiyatroları bu badireyi atlatsın da bu oyun daha uzun ömürlü olsun diliyorum.


TİYATRO BİTMESİN DİYE ‘BİTMEYEN TİYATRO’

Tiyatroların özelleştirilmesine karşı yeni protestonuz ‘Bitmeyen Tiyatro’ ne aşamada? Ne zaman başlayacak?
Uzun soluklu bir sahne kullanımı gerektiği için; ışığın, elektriğin bitmemesi, güçlü ses düzeni gibi temel ihtiyaçlar var. Bu giderlere sponsor olmaları için belediyeler ve Tüm Bel-Sen’le görüşüyoruz, olumlu gelişmeler de var. Bu ‘Bitmeyen Tiyatro’ hani ‘atları da vururlar’ gibi. Ne kadar insan üstü bir çabayla uzarsa o kadar ses getireceği için, zaman kısıtlaması gerekmeyecek olanakları yaratmaya çalışıyoruz. Tek kişilik gösteriler, tiratlar, dans gösterileri, oyunlar, doğaçlama, forum tiyatro... Bunların hepsine açık bir gösteri olacak. Onun için tek bir mekanda kesintisiz devam etmesi, seyirci olduğunda da, olmadığında da, yağmur da yağsa, güneş de açsa devam etmesi amacımız. Bir taşıtın üzerinde gösteriyi, başka başka ilçelere, mekanlara taşımak da mümkün olabilir. Zaten kamuoyuna kendimizi iyi anlatarak desteklerini almaktan başka çıkar yolumuz yok.


Yerli dizilerin bu kadar kalabalık olduğu bir ortamda bile kimileri ‘unutulmazlar’ arasına adını yazdırmayı başarıyor. Onlardan biri de size, 2001 yılında ‘Nasreddin Hoca Mizah Büyük Ödülü’nü getiren ‘7 Numara’. Vahit Emmi ve ‘7 Numara’yı bu kadar sevdiren neydi?
Elbette ki ‘7 Numara’ başta Dizinin Senaristi ve Hikaye Yazarı Oya Yüce’nin sonra da bu dehaya inanmış çok genç kadronun başarısıdır. Çok yaratıcı bir ekipti ve namuslu bir iş yaptık. Dizi bugün belki de çok ihtiyaç duyduğumuz bir tema üzerine kuruluydu. O da; aslında bir araya gelmeyecek, bir biri hakkında ön yargılı, aşırı uçların ortak bir yaşam pratiği oluşturmaları. Köylülerle kentliler, okumuşlarla okumamışlar, burjuvalarla işçiler çatışık haldeydi. Sonuçta birbirlerini ötelemeden bir evde tüm farklılıklarıyla bir arada sürdürdükleri hayat; minyatür de olsa bir demokrasi deneyimiydi. Son derece düşük bütçeli, özel kanalların reklam/basın desteğini arkasına almadan, kendi yağında kavrularak yapılan bir işti. Ama birden bire devasa para harcanmış projelerle yarışır ve hatta onları geçer hale geldi. Daha da önemlisi bittiği tarihten (2003) bu yana bir kült dizi halinde İnternet ortamında sürekli seyrediliyor. Toplum böyle küçük demokrasi deneyimlerinden ilham almayı istiyor. 7 Numara’ya galiba en çok bugün ihtiyacımız var

ÖNCEKİ HABER

Kadınların sağlığı dönüşümün ilk kurbanı

SONRAKİ HABER

CEHA işçisine meslek liselilerden destek

Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...