Sürdürülmesi zor bir ‘faşizm’ örneği
Tüm dünya aşırı sağa kayıyor, bu doğru. Yine de İsrail, Hindistan ve Türkiye gibi birkaç ülke dışında, faşizan uygulamaların sürdürülebilmesi zor.
Bu zorluğun en son örneği, faşist dalganın Amerika’da girdiği türbülans. Elbette daha çok aşırı sağ atılım olacak Amerika’da. Ancak bunlar, faşist dinamiklerin zayıflığını gözden kaçırmamıza sebep olmamalı.
Trump 14 Haziran’da çok büyük kitleler toplayacağını umuyordu. Kendi doğum günü ile ordunun 250’nci yılı kutlamalarını birleştirerek, dev bir askeri-sivil gövde gösterisine yeltendi. Fakat topu topu 250,000 civarı insan seferber edebildi. Buna mukabil, toplumsal muhalefetin örgütlediği “Krallara Hayır” gösterilerine birkaç milyon kişinin katıldığı tahmin ediliyor.
Elbette bu gösterilerin bazı temel zaaflarını gözden kaçırmamak lazım. Yine de karşılarındaki kitlenin küçük olmasının anlamı açık. Faşizmi, askeri diktatörlük ve Bonapartizm gibi aşırı sağ diktalardan ayıran en önemli özelliklerden biri, sürekli kitle seferberliğidir. Trumpçılığın böyle bir kapasitesi yok. Dolayısıyla, Marksist literatürde Bonapartizm denilen, kitle seferberliğine ancak arada sırada başvuran dikta tipine daha yakın.
Basına çok yansımasa da ülke çapında örgütlenme çalışmaları yürüten arkadaşlardan aldığımız duyumlara göre, birkaç bölgede küçük silahlı gruplarla Trump karşıtı göstericiler arasında gerginlikler yaşanmış. Ciddi boyutlara varmadan sönümlenmiş. Bu tür küçük paramiliter çevreler, ülke çapında faşist bir örgütlenmeye evrilecek mi? Cevap henüz belirsiz. Ancak, çok beklenmedik gelişmeler olmadığı sürece, gidişat faşizmden çok oligarşik bir diktatörlük yönünde olacağa benziyor.
Sermaye birikimi süreçlerinin devletin baskı aygıtlarıyla etkileşimi de diktatörlüğün faşist bir yöne evrilip evrilmeyeceğini belirleyen etmenlerden olacak. ICE’ın göçmen karşıtı baskınlarının militan direnişle karşılaşmasından sonra, Trump baskınların dozunun düşürülmesini buyurdu. Sanki okul, tarla ve işyeri baskınlarını kendisi emretmemiş gibi, “Çalışkan göçmenlerin yakasını bırakın, suçluların peşinden gidin” minvalinde sözler sarf ederek geri adım attı. Trump’ın kararında, toplumsal direniş kadar, patron çevrelerinin baskısı da etkili oldu.
Amerikan solu bir süredir göçmenlere karşı süregiden ağır baskı dalgasının burjuvazinin işine yarayıp yaramadığını tartışıyor. İş çevreleri bir taraftan emek arzındaki azalmadan dolayı kaygılı. Ama diğer taraftan korku içinde yaşayan göçmenlerin, mecburen insanlık dışı maaşlara ve çalışma koşullarına razı olacağı da söyleniyor. Dolayısıyla patronlar, emek arzındaki daralmayı protesto etmek yerine, göçmen emekçiler üzerindeki terörü alkışlayabilir. Ancak, bizzat Trump’ın sermayedarların kaygılarını dile getirerek baskınları askıya alması, emek arzı kaygılarının en azından bir kısım kapitalistte daha ağır bastığını gösteriyor.
Başlı başına bu gelişme, kapitalistiyle, siyasetçisiyle, işçisiyle hâkim ırk olan beyazların faşizme hazır olmadığını gösteriyor. Faşist bir rejim, siyasetçilerin kapitalistleri gemlemesini, kâr hırslarını hâkim ırkın üyeleri arasındaki dayanışmaya tabi kılmasını gerektirir. Olağanüstü gücüyle sürekli övünen Trump ise, kapitalistlerin bencillikleri ve toplumsal hareketler karşısında geri adım atıp duruyor. Beyaz kapitalistlerin, beyaz ırkın hakimiyeti için üç sent dahi harcamaya hevesi yok. Trump ve çevresindekilerinin bu gerçeği değiştirmeye gücü yetmiyor.
Devletin kendi verdiği rakamlara göre, tarımdaki işgücünün neredeyse yarısı “illegal” göçmen. Devlette aslında aşağı yukarı hepsinin kaydı var. Vergi dahi ödüyorlar. Adresleri, sicilleri belli. Devletin liberal kanadının bunları “illegal göçmen” olarak ülkede tutmasının en büyük sebebi, kölelik koşullarında çalışmaya razı olmaları. Patronlar bunun getirdiği avantajdan rahat rahat vazgeçmeyecek. Türbülansın yapısal nedenlerinden biri bu.
Bahsettiğim türbülans, faşizan uygulamaların korkutucu boyutlara ulaşmadığı anlamına gelmiyor. Göçmenler kadar, senatörlerin ve diğer üst düzey Demokrat siyasetçilerin gördüğü muamele, “faşist” olarak yaftalandı son günlerde. Ancak, mesele bu uygulamaların ne kadar sürdürülebilir olduğu ve kitle mobilizasyonuyla harmanlanıp harmanlanamayacağı. Sürdürülebilirlik konusunda kesin bir hükme varmak için erken ama diktanın ekonomik ve kitle seferberliği ayakları şimdilik sadece kötü sınavlar vermiş durumda. Dikta bu zaafları, giderek daha çok baskı ve uluslararası planda da daha çok savaş, kan ve gözyaşı ile kapatmaya çalışıyor.
***
Buradan dünya solunda yaşanan bir tartışmaya da köprü atalım. Birçok düşünür, piyasa kapitalizminin (yani neoliberalizmin) sona erdiğini, milli ekonomiler dönemine girdiğimizi söylüyor. Devlet kapitalizminin en net yaşandığı ülke Çin’e ek olarak, Polonya, Macaristan, Türkiye ve Hindistan gibi birkaç ülkede bu yönde sınırlı ve kararsız adımlar atıldığı doğruysa da, bu uygulamaların dünya çapındaki etkisi piyasa kapitalizmini beslemenin çok ötesine geçemedi henüz. Üstelik bu hafta tekrar gördük ki, dünya kapitalizminin önderinde “milli kapitalizm” lehindeki dinamikler çok zayıf. Şahit olduğumuz, neoliberalizmden milli kapitalizme geçişten ziyade, kapitalizmin toptan çürüyüşü.
***
Evet, dünya kötüye gidiyor ama bu, baştan teslim olmak için bir bahane olmamalı. Amerika’daki direniş, dünyayı değiştirmenin hâlâ bizim ellerimizde olduğunu gösteriyor.
Evrensel'i Takip Et