Emek – ücret – artık değer
Değerli okurlar, hatırlarsınız; geçen haftaki yazıyı bana kızmanız pahasına, bir konuyu tartışmaya açarak kapatmıştım. İşte bugün sizlerle havada bıraktığım bu alanı tartışmak istiyorum. Önce geçen haftaki yazının son paragrafına göz atarak, meseleyi kısaca hatırlayalım: “Eğer emek toplumsal değer yaratıyor ve emeğin elde ettiği ücret yarattığı değerden düşük tutularak, toplumsal kaynakların bir kısmı patronda birikiyor ise, bunun emeğin yoksullaşması dışında kime ne zararı olabilir ki?”
Önce konuyu genel hatlarıyla ele alalım. Değer yaratan emektir. Yaratılan değerden ücret dahil reel maliyetlerin çıkartılması sonucunda “artık değer” elde edilir. Artık değer ne kadar büyük olursa, toplumun tasarruf ve yatırım kapasitesi de o kadar büyük olur. Bunun anlamı şudur ki, bir dönemde yaratılan değerden ne kadar büyük kısım tasarruf edilip yatırıma ayrılırsa, nesiller arası kaynak dağılımı da o kadar büyük olur. Başka bir deyişle, yüksek tasarruf ve yüksek yatırımın anlamı, bir önceki neslin kendinden sonraki nesle yüksek aktarım yapmış olmasıdır. Diğer bir deyişle, bu süreç dahilinde hareket eden bir toplum giderek büyüyen ve refahını yükseltici şekilde ilerleyen toplum modeli sergiler, hatta geçmiş nesillerde aşırı sömürmüş olduğu emekçiyi de giderek daha yüksek gelire taşıyabilir.
Bu konuda daha ilerlemeden, sol kesim arasındaki bir tartışmaya da kısaca değinerek, kapitalist sistemdeki ana konumuza dönelim. Sol teorinin genel kuralına göre, toplumda yaratılan değer emeğin ürünü olduğundan, yaratılan değerin ürünün sahibi emekçidir. Bu görüşe göre, emeğin yarattığı değerden yapılan ve patrona kâr olarak aktarılan her kesinti sömürüdür. Peki, ortodoks görüşe sıkı sıkıya bağlı kalarak ve toplumsal harcama kalıplarına dair kısıtlayıcı hiç bir kurak koymadan emekçilere yarattıkları tüm değeri verelim. Emekçi gruplar arasındaki farklı tüketim ve tasarruf eğilimlerine bağlı olarak bir kısım emekçiler tasarruf yapmış, biri kısım emekçiler ise tüm gelirlerini harcamış olarak bir süre sonunda iki sınıflı bir toplumla karşılaşırız: sermayedarlar ve emekçiler! Açıktır ki, sol sistemde durum farazi örnekteki kadar basit değildir. Çok hızla meseleyi bağlayacak olursak, halk meclislerinde ve onların en üst birleştirici karar organında yapılan planlarla toplumsal tasarruf, kamu payı ve tüketim oranları belirlendikten sonra, emekçiye yarattığından toplumsal tüketim oranında pay verilir. İşin inceliği şuradadır ki, emekçi üretiminin toplumsal el koyulan bölümüne emekçi doğrudan değil, fakat halk meclislerindeki kararda söz sahibi olarak dolaylı yoldan üzerindeki kararlarda başat olmaktadır.
Meseleye kapitalist sistem bağlamında yaklaşırsak, emekçinin ürettiği katma değerden reel maliyetler ve ücret çıkarıldıktan sonra arta kalan değerin kapitaliste kâr olarak aktarılması nitelik olarak üretim sürecinde emek–değer üzerinden hırsızlık; politik olarak da emekçilerin ürettikleri değerleri üzerinde hiçbir hak ve yetkisi olmadan, söz konusu kaynaklar üzerindeki tüm tasarruf yetkisinin patrona devredilmesi, yani söz konusu değerlerin patronun kişisel mülkiyetine geçmesi ve tüm kaynaklar üzerinde patronun haksız -hırsız olarak- söz sahibi olmasıdır. İşte, sosyalist sistemle kapitalist sistem arasındaki bu çok önemli temel farktır ki, toplumda gelir dağılımının, sosyal huzursuzluk oluşumunun ve krizlerin sebepleri oluşmakla kalmamakta, aynı zamanda aşırı üretimle doğanın tahribine ve siyasi otoritenin belirlenmesi ve kamusal kararların etkilenmesi gibi zamanımızın tüm sorunlarının da ana kaynağını oluşturmaktadır. İşte değerli okurlarım görülmektedir ki, kapitalist sistemin insanlara, hatta doğaya verdiği umulmaz ıstırabın ana sebebini emeğin yarattığı değere patron tarafından el koyulması oluşturur.
Bu konular tartışılabilir, hatta soyut olarak toplumlar için en makul bir yol dahi bulunabilir. Evet, ama işte bu noktada da karşımıza kapitalizm çıkıyor. Nasıl diye sorguladığımızda, karşımıza sistemin beynimize, hatta tüm ruhumuzun en ince derinliklerine kadar nüfuz eden, hatta toplumları esir alan sistemin ideolojik yapısı çıkıyor. Bu kavramlar da hepimiz için malumdur. Bu bağlamda da size bir gerçek olay anlatayım. Bir zamanlar Harvard Üniversitesinde Paul Sweezy adında önemli bir profesör vardı. Bu hocayı Harvard resmen kovdu. Niçin, bilir misiniz: çünkü Paul Sweezy Marksist olmuştu. İşte çok ünlü bir üniversite ve bu üniversitenin çok ünlü bir profesöre yaptığı işlem! İşte, hepimizin gözümüzde büyüttüğümüz akademinin rolü: Sermaye ideolojisini bilimsel görüntüde genç beyinlere aktarmaktır. Diğer bir deyişle, sermaye sadece emeği sömürerek cüzdanını şişirmekle yetinmiyor, aynı zamanda kapitalist sistemi her türlü tehlikeden korumak üzere tüm devlet aygıtlarını, Althusser’in ideolojik aygıtlar ve baskı aygıtları olarak tasnif ettiği iki kademeli aygıtla korur. Türkiye’de KHK (kanun hükmünde kararname) ile üniversitelerden atılan çoğu akademisyen FETÖ bağlantılı değil, sol eğilimli idi.
Bir de şöyle düşünelim lütfen, nasıl oluyor da, kendi ürettiğini dahi alamayacak düzeyde fakirleştirilen emekçiler, disiplin görüntüsü sağlamak adına fark edilebilir ya da edilemez baskı altında çalıştırılırken, olağan dönemlerde güvenlik güçlerine gerek kalmadan sükunetle sisteme hizmet etmekte, hatta çoğu zaman mutlu dahi olabilmektedir? İşte emekçilerden kopartılarak -daha doğrusu çalınarak- patronun mülkiyetine aktarılan muazzam servetin patrona verdiği ekonomik güçtür ki, patron ve üst düzey yöneticilere tüm toplumu kapitalist sistemi ve kendi çıkarlarını koruyacak şekilde yönetilmesini sağlamaktadır. Ne hazindir ki, bunun adına da demokrasi denmektedir. Evet, halkın önüne seçim sandığı geliyor ve halkın oyları ile seçilen politik yönetim kadrosu işbaşına geçiyor.
Buradan da gelecek hafta devam edebileceğimiz iki konu çıkmaktadır. Birincisi, yukarıdaki konu ile ilgili olarak, eğer tüm değeri üreten emek ise, nasıl oluyor da hemen hemen tüm kamusal alanlara ve kararlara patron ruhu ve hakimiyeti siniyor. Patron zengindir, evet ama patronun zenginliği sol anlayışa göre hırsızlık ise, niye sisteme asıl üretici değil de, üreticiden hırsızlık yolu ile kişisel servetine haksız servet aktaran patron hakim oluyor? Gelecek hafta tartışacağımız birinci konu ile bağlantılı ikinci sorun ise, 1789 Fransız Devrimi ile oluşan demokrasi ile 1840’lar ve sonrasında İngiltere’de ortaya çıkan ekonomik demokrasi arasındaki fark nedir, bugünkü kapitalist sistem demokrasi anlayışı acaba hangisine uygundur?
Evrensel'i Takip Et