14 Haziran 2025 00:02

Emek velinimettir de?

Kapitalist üretim ilişkilerinde bu ifade çelişkilidir. Zira sisteme adını veren sermayedir. Hal böyle olunca; sistemin sahibi ve belirleyicisi sermaye olup, emek sermayenin altında olarak onun kural ve disiplinine göre çalışan konumunda ise, nasıl oluyor da emek velinimet olarak nitelenebiliyor. Bununla bağlantılı ikinci sorumuz da, eğer emek toplumun velinimeti ise, nasıl oluyor da emeğin yarattığı değerler emekçi ve patron arasında ikincinin lehine dağılıyor? İşte bir emekçi kalkış ayı olarak görülen bu ayın bir yazısını bu konuya ayırdım. Beraberce tartışalım.

Her şeyden önce şu tanımı yapmamız gerekir ki, kapitalizm tarihin bir aşamasıdır ve bu özelliğiyle günümüzde sermaye ve emeğin konumu, geçmiş dönemlerden tevarüs ettiği sosyal ilişkiler bağlamındaki konumlarının bugüne yansımasıdır. Bilinmelidir ki, zaman sürecinde sermayeyi ele geçiren kesim, sermayenin korunması ve emeğin objektif görüntüyle baskılanabilmesi için devleti de oluşturarak salt yönetsel değil, aynı zamanda kurumsal ve ideoloji bağlamında tarihsel mutlak hakimiyetini kurmuştur. Öyle ki, feodal beyliğin sopalı yönetiminin, modern devlet sistemine geçişle objektif yansımalı hukuk sistemi ile ikamesi günümüz devlet-sermaye-emek ilişkisi çerçevesini oluşturmuştur.

Adı “kapitalizm” olan sistemi adı ile belirtmenin ve özelliklerini bilmenin önemi şuradadır: Özgürlükler karşısında sömürü; insan hakları söylemi karşısında emekçi sömürüsü; ve nihayet varsıllık karşısında yoksulluk arızi durumlar olmayıp, sistemin sermaye tarafından kuruluş ve koşullara göre bazen gevşetilerek bazen de sıkılaştırılarak işletiliş şeklidir. O nedenledir ki, kısa vadede emekçi hakkına sahip çıkılması gerekli olmakla beraber, tam kurtuluş olmayıp, çözümü sağlayacak süreç uzun dönemde bizatihi sistemde radikal değişikliklere gidilmesini zorunlu kılar. Bir dönemde bir sendikamız bir vesileyle bazı akademisyenleri de davet ederek bir kutlama gerçekleştirmişti. Kutlamanın bir yerinde konuşan başkan şöyle dedi: “Yasalar çerçevesinde haklarımızı sonuna kadar almaya kararlıyız.” Bu cümlede “yasalar çerçevesinde” ifadesini yasalara sermayenin etkisi sonucunda koydurulduğunun farkında olunması gerekir. Zira bu ifadeyi tahlil ettiğimizde sermayeyi rahatlatan iki önemli vurgunun olduğunu görürüz. Bunlardan biri, emekçinin hareket alanının sermaye ile iş birliği içindeki devletin çıkardığı ve güvenlik güçleriyle koruyup uyguladığı yasal düzenlemelerle sınırlıdır. İkincisi ise, söz konusu ifadede emek topluluğunun devlet aygıtı ile ya da genel sistem ideolojisi ile uzaktan yakından bir ilgisinin ya da ilişkisinin olmadığı, hatta emekçilerin böyle bir bilinç dahi taşımadığının yansımasıdır. Kısacası, emek cephesinin baskılanması ve sömürülmesi resmi işlemler muvacehesinde cereyan etmekte olup, bu konuda sermayenin başı ağrımamaktadır. İşte, gerek günlük ilişkiler gerekse kimi emekçi kalkışlarında, sermaye kesiminden kendisinden kesilen sömürülerden hiç değilse bir miktar pay isteyen emekçinin karşısına sermaye değil, güvenlik güçleriyle devlet çıkmaktadır. Hal böyle iken, yani sermaye devletle iç içe ilişki kurabiliyorken, emekçilerin devlet aygıtını objektif ve tüm topluma eşit ve yansız hizmet sunan bir kurum olarak görmesi sadece hata değil, aynı zamanda bizzat kendilerini yoksulluğa ve çaresizliğe sürükleyen derin bilinç bulanıklığıdır.    

Durum budur; o zaman devleti anlamak durumundayız. Diğer bir deyişle; devlet nedir, hangi amaçla kimin için çalışır, yasalar nasıl ve kimin için yapılır gibi konulara bakmalıyız. Ne var ki, iş bununla bitmiyor. Nasıl oluyor da hemen her gün ve her kesim bu meseleleri, sermayenin şımarıklığını, emeğin sömürülmesini konuşuyor da hiçbir şey değişmiyor, aynı düzen sürgit devam ediyor.

Acaba bu tiyatro polis ve asker baskısı ile mi böyle sürüyor ya da sürdürülüyor? Burada iki dev bilim insanını ele almamız gerekiyor. Bunlardan biri hepimizin çok iyi bildiği Marx, diğeri ise yine çok iyi bildiğimiz Freud’dur. Malum, biri filozof-iktisatçı, diğeri ise ruhbilim, yani psikiyatri biliminin kurucusudur. Marx sistemi anlatırken, Freud ise bireyi anlatırken yüzeyde fevkalade sakin ve huzurlu görüntülü tablo ile karşılaşıldığını söyler. Fakat bu iki bilim insanı da sakin görüntülü yüzeyin arkasında derin karmaşa ve çelişkiler olduğunu belirtir. Marx’a göre, toplumsal sistemde emek-sermaye çatışması, Freud’a göre ise insanda id-ego-süper ego çatışması sistemlerin içsel çatışmalı yapısını yansıtır.   

 Biz, konumuz gereği sistem meselesine bakınca, bu kez de bir başka bilim insanı ile karşı karşıya geliyoruz, daha doğrusu, “rıza oluşumu” ya da “ideoloji” konularında birden çok bilim insanı ile karşılaşıyoruz. Yasaların yapımında ve/veya toplumsal ideolojinin oluşumunda/oluşturulmasında kimler nasıl başat oluyor da, emek kesimine sermaye yanlı yasaları dayatabiliyor? Kimi zaman “toplum yararı”, kimi zaman “ülkemizin beka sorunu” sloganları ya da önce kalkınma sonra paylaşım gibi aslında hiçbir gerçek değeri olmayan, tamamıyla toplumu aldatıcı veya sakinleştirici söylemlerle kanunlar yapılıyor, hatta grevlere müdahale ediliyor ve emekçi ezilirken, patron varsıllığını daha da büyütüyor.

Değerli arkadaşlar, bu gibi soruları daha uzatabiliriz, fakat yazı boyutunda kalmak adına bir soru ile konuyu kapatmak istiyorum, daha doğrusu gelecek haftalara taşımak istiyorum. Eğer emek toplumsal değer yaratıyor ve emeğin elde ettiği ücret yarattığı değerden düşük tutularak, toplumsal kaynakların bir kısmı patronda birikiyor ise, bunun emeğin yoksullaşması dışında kime ne zararı olabilir ki? Bana kızdığınızı fark ediyorum. İzninizle, gelecek hafta bu konuyu bir başka boyutuyla tartışmanın yolunu açmak istiyorum. 

ABONE OL

İzzettin Önder

Emek velinimettir de?
0:00 0:00
1.00x
0:00 / 0:00
1.00x

Evrensel'i Takip Et