İsrail’in İran saldırısı ve emperyalist dizayn
ABD emperyalizminin bölgeyi (Ortadoğu) yeniden dizayn etme politikasının vurucu gücü İsrail’in İran’ın stratejik tesis ve isimlerini hedef alan kapsamlı saldırısı ile bu dizayn politikasının en kritik aşamasına geçildi. İsrail’in başkent Tahran başta olmak üzere birçok kentte nükleer ve askeri üsleri hedef alan saldırılarında İran’ın Genelkurmay Başkanı Muhammed Bakıri ve Devrim Muhafızları Komutanı Hüseyin Selami’nin yanı sıra nükleer tesislerde çalışan birçok bilim insanı da hayatını kaybetti. İran’ın İsrail’e 100 civarında SİHA fırlatması beklenir bir yanıt olsa da asıl olarak bundan sonra hangi adımların atılacağı ve hangi güçlerin devreye gireceği bu savaşın kapsamı ve bölgeye etkileri bakımından tayin edici olacak.
ABD Dışişleri Bakanı Rubio, İsrail’in saldırısıyla ilgilerinin bulunmadığını söylese de bu saldırının fitili mart ayında Trump tarafından ateşlenmişti. Trump, göreve geldikten hemen sonra mart ayında Birleşik Arap Emirlikleri (BAE) üzerinden İran’ın Dini Lideri Hamaney’e bir mektup göndererek kendi dayattıkları koşullarda bir nükleer anlaşma yapması için 2 ay süre verdiğini açıklamış ve aksi durumda askeri yanıtlarının korkunç olacağı tehdidinde bulunmuştu. Dolayısıyla bu saldırının ABD ve İran arasında İran’ın nükleer (uranyum zenginleştirme) programıyla ilgili görüşmelerinin yapıldığı bir dönemde gerçekleşmesi, İsrail saldırısının ABD’ye rağmen değil; ABD’nin bu görüşmelerden istediği sonucu alabilmesinin bir aracı olarak devreye sokulduğunu gösteriyor. İran’ın bu saldırıdan sonra 15 Haziran’da Umman’da yeniden başlatılması beklenen ABD-İran nükleer anlaşma görüşmelerinden çekildiğini açıklaması da bu gerçeği değiştirmiyor.
Batılı emperyalistlerin İran’a yönelik saldırı ve baskıları meşrulaştırmakla görevlendirdikleri Uluslararası Atom Enerjisi Kurumunun (IAEA) “İran’ın nükleer silahların yayılmasının önlenmesine yönelik yükümlülüklerini ihlal ettiğini” açıklamasının ardından ve Avrupa üçlüsünün (İngiltere, Fransa ve Almanya) bu raporu İran’a yönelik yaptırımların yeniden devreye sokulması amacıyla BM’nin gündemine taşımaya hazırlandıkları bir dönemde yapılması, İsrail saldırganlığının ABD’nin yanı sıra Avrupalı emperyalistlerden de güç ve destek aldığını açık bir biçimde ortaya koyuyor. Özellikle Batılı emperyalistlerin İsrail’in Gazze’de soykırıma dönüşen katliamlarını artık savunamaz hale geldikleri bir dönemde İran’a yönelik saldırı hem İsrail’in savaş suçlarının ve hem de bu emperyalist güçlerin suç ortaklıklarının üstünü örtmeyi de amaçlıyor.
Bugün İsrail saldırılarının gerekçesi yapılan İran’ın nükleer programıyla ilgili şunları söylemek gerekiyor: Öncelikle bu program 1960’larda şah rejimi döneminde ABD ve Batılı emperyalistlerin desteğinde başlatılmış ve 1979 İslam Devrimi’nden sonra molla rejimi tarafından sürdürülmüştü. İran’da kendileriyle iş birliği halinde bir rejim varken hak olarak görülen ve desteklenen nükleer programın rejim değişikliğinden sonra ABD, Batılı emperyalistler ve İsrail tarafından ‘tehdit’ olarak görülmesi, bu güçlerin uluslararası hukuku kendi çıkarları temelinde nasıl araçsallaştırdıklarının çarpıcı bir örneğini veriyor.
Dahası İran, 2016’da P5+1 olarak bilinen BM Güvenlik Konseyinin beş daimi üyesi (ABD, Çin, Rusya, İngiltere, Fransa) ve Almanya’yla nükleer iş birliği anlaşması imzalamışken bu anlaşmayı mayıs 2018’de (önceki başkanlık döneminde) bozan yine Trump olmuştu.
Yazının başında da belirtildiği gibi İran’ın doğrudan hedef alınması; 2023’te Gazze’ye yönelik saldırı, katliam ve işgalle başlatılan ve İsrail’in vurucu güç olarak öne çıktığı bölgenin ABD emperyalizminin çıkarları temelinde dizayn edilmesinin yeni bir aşamasını işaret ediyor. İsrail’in Gazze’deki soykırım ve işgalini direniş ekseninin önemli halkalarından biri olan Lübnan Hizbullah’ına ciddi darbelerin vurulması ve bölgede ABD-İsrail ekseninin karşısında konumlanmış en önemli güçlerden biri olan Suriye’deki Baas/Esad rejiminin devrilmesi takip etmişti. İsrail, ülkedeki bütün askeri altyapı ve tesisleri yok etmiş ve stratejik noktaları işgal etmişken Suriye’de iktidarı ele geçiren HTŞ ve Lideri Colani, en büyük tehdidin İran olduğunu söyleyerek İsrail saldırganlığının yeni aşamaya geçmesine hizmet eden bir tutum ortaya koymuştu.
Açıktır ki, İran’a saldıran İsrail’in ve arkasındaki güç olan ABD emperyalizminin derdi İran’ın nükleer programından ibaret değildir. Asıl hedefleri, istedikleri koşullarda bir uzlaşma ya da savaş dayatmasıyla İran’a diz çöktürmek ve devamında da Lübnan Hizbullah’ından Irak’taki Haşdi Şabi’ye ve Yemen’deki Husilere kadar bölgede İran-direniş ekseni içindeki bütün güçlerin tasfiye edilmesini sağlamaktır. Bu politikanın diğer ucunda ise, İsrail ve iş birlikçi Arap rejimleri arasında ‘normalleşmeyi’ amaçlayan İbrahim/Abraham Anlaşmalarının devam ettirilmesi ve bu temelde İsrail’in “güvenliği” ve ABD’nin bölgesel çıkarlarının korunması hedefi yer almaktadır.
Müttefiklerinin yediği darbeler ve karşı karşıya kaldığı saldırganlığa rağmen önemli bir bölgesel güç olma pozisyonunu koruyan İran, son saldırıların görünür hedefi konumundadır. Ancak bu görünür hedefin ötesinde Suriye’deki rejim değişikliğinin ardından 2025 ocak ayında İran ile Kapsamlı Stratejik Ortaklık Anlaşması imzalan Rusya’nın ve Yol-Kuşak projesi üzerinden bölgeyi ABD emperyalizmi ile hegemonya mücadelesinin önemli kavşaklarından biri haline getirmeye çalışan Çin’in güç ve etkisinin sınırlanmasının amaçlandığına da şüphe yoktur. Dolayısıyla bundan sonra gelişmelerin seyrini görebilmek için Rusya’nın ve ABD ile erken bir kapışmadan ısrarla kaçınmaya çalışan Çin’in nasıl bir tutum takınacaklarına da bakmak gerekiyor.
Son olarak Türkiye’deki Erdoğan iktidarı her ne kadar İsrail’in İran’a yönelik saldırılarını “şiddetle” kınasa da ABD emperyalizminin bölgeyi yeniden dizayn etme politikasında oynadığı rol, onu İsrail ile aynı eksende buluşturuyor. Bu nedenle AKP Sözcüsü Ömer Çelik, İsrail’i kınarken bu saldırının arkasındaki asıl güç olan ABD’ye tek bir laf söyleyemiyor. Erdoğan iktidarı, Trump’ın övgüyle söz ettiği Suriye’deki rejim değişikliğinde oynadığı rolle, Irak’ta İran’ı dengeleyici bir aktör olarak devreye girmesiyle ve bütün tepkilere rağmen İsrail ile ticareti farklı biçimler altında sürdürmesiyle İsrail saldırganlığına alan açan ve zemin hazırlayan güçlerden biri konumundadır. Öte yandan Erdoğan iktidarının İsrail’in bölgesel etkisinin artmasından ve bu durumun kendi hareket alanını daraltmasından kaygı duyduğu da doğrudur. İlk bakışta ortada bir çelişki varmış gibi gözükse de aslında bu durum sürecin ikili karakterinden kaynaklanıyor. Türkiye’deki iktidar bir yandan kendi yayılmacı emelleri doğrultusunda ABD emperyalizmi ile bölgedeki iş birliğini geliştirmeye çalışıyor ama Suriye’deki rejim değişikliği örneğinde olduğu gibi bu politika kaçınılmaz bir biçimde İsrail’e de alan açıyor. Dahası Türkiye ve İsrail rekabeti açık bir çatışmaya dönüşmediği müddetçe ABD emperyalizmi için bir sorun oluşturmak bir tarafa, bölgeyi yeniden dizayn politikası bakımından işlevsel bir rol de oynuyor.
Gazze’de 2023’te başlayan işgal ve katliamlardan bugüne yaşananlar bir kez daha gösterdi ki, büyük yıkımlara yol açabilecek bölgesel bir savaşı durdurmak için İsrail’i kınamak yetmez. Ona güç veren ve arkasında duran ABD ve Batılı emperyalistler ile Erdoğan iktidarı gibi bölgedeki emperyalizm iş birlikçisi rejimleri de hedefe koymak gerekiyor. Bu büyük felaketi ancak bölge halklarının aralarındaki etnik, dinsel, mezhepsel ayrımları aşarak emperyalistlere ve iş birlikçilerine karşı barış içinde yaşayacakları bir gelecek için ortak mücadeleyi yükseltmeleri ve dünya halklarının dayanışması önleyebilir!


Evrensel'i Takip Et