Emeğin kolektif gücü: Grev
Grev, işçilerin üretimden gelen güçlerini kullanarak sermayeye ve iktidarlara karşı hak arayışında bulunduğu en etkili kolektif eylem biçimidir. Emekçilerin topluca çalışmayarak üretimi durdurması veya ciddi ölçüde aksatması anlamına gelen grev, sadece ekonomik değil, siyasal ve toplumsal bir direniş biçimi olarak da işçi sınıfı mücadelesinin temel araçlarından birisi olmuştur.
Grev kavramı, 19. yüzyıl Fransa’sında işi durduran, çalışmayan Parisli işçilerin, Paris Belediye binası önündeki Grève Meydanı’nda toplanmalarından gelirken greve gitmek (aller à Grève) ifadesi adını bu olaydan alır. Parisli işçiler işi durdurup yürüyerek Grève Meydanı’na gitmiş ve orada toplanmıştır.
Grevler sınıf mücadelesinin en güçlü mücadele araçlarından birisidir. Engels İngiltere’de Emekçi Sınıfın Durumu adlı eserinde İngiliz işçilerin grev mücadelelerine önemli bir yer vermiştir. İngiliz işçilerinin sınıf olarak birleşmesinde, bir mücadele aracı olarak grevi kullanmalarına dikkat çeken Engels, “Grevler işçilerin artık kaçınılmaz halde büyük çatışmaya hazırlandıkları bir savaş okuludur” ifadesiyle grevlerin sınıf mücadelesi açısından ne kadar etkili olduğunu ifade etmiştir.
Grev, sadece bireysel iş sorunlarının değil, aynı zamanda toplumsal adaletsizliklerin, siyasal baskıların ve ekonomik sömürünün görünür kılındığı, sorgulandığı ve dönüştürülmeye çalışıldığı bir mücadele zeminidir. Günümüzde birçok ülkede grev hakkı anayasal bir hak olarak tanınsa da bu hakkın kullanım alanı ve meşruiyeti siyasi iktidarların tutumuna göre sınırlandırılabilmektedir. Türkiye’de de grev hakkı anayasada olmasına rağmen uygulamada ciddi yasal, idari ve fiili engellerle karşı karşıyadır.
Grevin tarihsel gelişimi
Grev, kapitalizmin ilk dönemlerinde, kötü çalışma koşullarına, sefalet ücretine, uzun iş saatlerine karşı bir ayaklanma biçiminde ortaya çıktı. 1539’da Fransa’da matbaa işçilerinin gerçekleştirdiği grev, Avrupa’daki ilk bilinen grevdir. 19. yüzyılın ortalarından itibaren Avrupa ve Amerika’da grevler sadece ücret ve çalışma koşullarıyla sınırlı kalmayıp, siyasal taleplerini de içermeye başlamıştır.
Teknolojik gelişmeler, üretim süreçlerindeki dönüşümler ve sermayenin uluslararası karakter kazanması grev biçimlerini de değiştirmiştir. Günümüzde grevler genellikle toplu sözleşme sürecinin bir aşaması olarak görülse de kimi ülkelerde grev, siyasal bir hak arama biçimi olarak da meşru kabul edilmekte ve sendikal mücadelenin temel taşı olarak varlığını sürdürmektedir.
Türkiye’de başlıca grevler
Türkiye’de işçi sınıfı mücadelesi, birçok baskıya ve engellemeye rağmen grev hakkı uğruna önemli bedeller ödemiştir. Özellikle 1960’lı yıllardan itibaren kitlesel grevler, sendikal hareketin ve sınıf bilincinin gelişmesinde büyük rol oynamıştır.
Kavel grevi (1963)
Kavel Kablo Fabrikası’nda çalışan işçilerin, sendikal örgütlenmeye yönelik patron baskısına karşı başlattığı fiili grev, Türkiye’de tarihsel olarak yasal grev hakkının oluşmasında belirleyici olmuştur. İşçilerin kararlı direnişi, 274 ve 275 sayılı yasaların çıkarılmasını, yani grev ve toplu sözleşme hakkının yasal güvence altına alınmasını sağlamıştır. 275 sayılı “Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu” çıkarılırken kanuna eklenen ve kamuoyunda “Kavel maddesi” olarak anılan geçici bir maddeyle, grev nedeniyle haklarında kovuşturma yapılan işçilerin davalarının düşürülmesi ve tutuklu işçilerin serbest bırakılması sağlanmış, işten atılan işçiler işe geri alınmıştır. Kavel direnişi, sadece bir iş yeri grevi değil, tüm işçi sınıfı için tarihsel bir kazanım olmuştur.
15-16 Haziran direnişi (1970)
Hükümetin DİSK’i etkisizleştirmek için çıkardığı yasaya karşı DİSK ve Türk-İş üyesi yüz binlerce işçinin İstanbul ve İzmit’te üretimi durdurup sokaklara döküldüğü, ülke tarihinin en kitlesel işçi direnişidir. Eylemler sırasında üç işçi polis kurşunuyla öldürülmüştür. Düzenleme Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilmiş, sonraki yıllarda DİSK ciddi anlamda güç kazanmıştır. 15-16 Haziran direnişi işçi sınıfının Türkiye tarihinde doğrudan siyasal etkisi olan en büyük ve en etkili eylemlerden biridir.
Netaş grevi (1986)
1986 yılında İstanbul’da çoğu kadın 3 bin işçinin çalıştığı Netaş grevi 1980 sonrası yapılan en dikkat çekici grevlerden ilkidir. Netaş’ta çalışan işçilerin büyük bölümü yüksek vasıflıydı ve bu durum, emek süreçlerine daha fazla hakim olmalarını sağlıyordu. Netaş patronu 12 Eylül rejiminin sağladığı otoriter ortamı kullanarak sendikayı (Otomobil-İş) tasfiye etmeye ve işçilerin haklarını geriletmeye çalışıyordu. 1986 yılında toplu iş sözleşmesi sürecinin tıkanması üzerine grev kararı alındı. Netaş grevi, “beyaz yaka” ile “mavi yaka” ayrımının kırıldığı, sınıfsal mücadelenin ortak bir zeminde buluştuğu örneklerden biri oldu. Grev sürecinde işçiler fabrikayı terk etmeden üretimi durdurarak kararlı bir direniş sergiledi.
Netaş grevi, sadece işçilerin ekonomik taleplerini değil, aynı zamanda sendikal hakların ve örgütlenme özgürlüğünün savunulmasını da içeren bir direnişti. Grev süresince işçiler, mevcut yasal sınırlamalara rağmen örgütlü bir şekilde mücadele etti ve birçok kazanım elde ettiler. Bu grev, sonraki yıllarda gerçekleşen işçi eylemleri için de olumlu bir örnek oldu.
Zonguldak maden işçileri yürüyüşü (1991)
4 Ocak 1991’de Zonguldak’tan Ankara’ya doğru başlatılan Büyük Madenci Yürüyüşü, Türkiye işçi sınıfının tarihindeki en kitlesel ve kararlı direnişlerden biridir. Aileleri ile birlikte 100 bin madencinin katıldığı bu yürüyüş, sadece bir hak arama mücadelesi değil, aynı zamanda siyasal bir irade beyanıdır. Yürüyüş boyunca halkın gösterdiği destek, maden işçilerinin ülke kamuoyundaki meşruiyetini artırmış, sınıf mücadelesinin toplumsal bir sahiplenmeye dönüşebileceğini göstermiştir.
Sonuç
Grevlerin ortak özelliği, emekçilerin sermaye karşısında ortak talepler etrafında kenetlenerek örgütlü bir duruş sergilemeleri ve haklarını yalnızca hukuki yollarla değil, aynı zamanda fiili mücadeleyle kazanabilmeleridir. Son yıllarda metal iş kolunda Birleşik Metal-İş öncülüğünde gerçekleşen grevler, tüm yasak ve engellemelere karşın hâlâ etkili bir mücadele yöntemi olmayı sürdürmektedir.
Grevler sadece ücret ve çalışma koşulları için verilen mücadeleler değildir; aynı zamanda toplumun adalet, eşitlik ve özgürlük taleplerinin de ifadesidir. Her grev, sadece üretim sürecini durdurmaz; aynı zamanda sermayenin sömürüye dayalı kâr mantığını da sorgulatır. Türkiye işçi sınıfı, tüm baskı ve engellemelere rağmen grev hakkını, bizzat grev yaparak kararlılıkla savunmaya devam etmektedir.
Türkiye işçi sınıfı tarihine damga vurmuş diğer grevler
Paşabahçe grevi (1966): Kristal-İş Sendikasının öncülüğünde örgütlenen grev, dayanışma grevleriyle genişleyerek işçi hareketinin birlik kültürünü pekiştirdi. İşverenin sert tutumuna karşılık işçiler kararlı direniş gösterdi. Bu grev sonrasında DİSK’in kuruluş süreci hızlandı.
Singer grevi (1968): Uluslararası bir şirket olan Singer’e karşı işçilerin yürüttüğü mücadele, ulusaşırı sermayeye karşı verilen ilk örgütlü grevlerden birisidir. İşçiler, sendikal örgütlenmenin gücünü gösterdi; işveren taviz vermek ve geri adım atmak zorunda kaldı.
Tariş direnişi (1980): 12 Eylül darbesi öncesinde, Tariş işçileri özelleştirme ve işten atmalara karşı grev başlattı ve fabrikayı işgal etti. Sıkıyönetim ordusu fabrikayı bastı, direniş bastırıldı; ancak Tariş, sınıf mücadelesinin sembolü oldu.
TEKEL direnişi (Aralık 2009 – Ocak 2010): Özelleştirme sonrası iş güvencesini kaybeden TEKEL işçileri, çadır eylemleri ve uzun soluklu direnişle kamuoyunun gündemine oturdu. TEKEL direnişi, sınıf dayanışması, sendika dışı ağlar ve kamuoyu etkisi açısından yeni bir mücadele pratiği oluşturdu.
Metal Fırtına (2015): Bursa başta olmak üzere birçok ilde Renault, Tofaş gibi büyük otomotiv fabrikalarında Türk Metal’den istifa eden işçilerin başlattığı fiili grev ve iş bırakmalar yaşandı. İşçi sınıfı patronlara ve sendikal bürokrasiye karşı güçlü ve kitlesel bir karşı çıkış gösterdi.
Evrensel'i Takip Et