Borç yiğidin kamçısı değil, ayağındaki prangadır
Her türden ‘borç’ seviyesinin yükseldiği, ‘borçlu’ sayısının arttığı bir dönemden geçiyoruz. Yurttaşların ve işletmelerin ödemelerini yapmakta çok zorlandığı ve ödünç alma eğiliminin zirveye çıktığı bu kesitte konu, ekonomik kriz, ulusal borcun artışı, faiz oranlarındaki değişiklikler ve finansal istikrar gibi genel boyutları üzerinden tartışılıyor. Yüksek borç seviyesinin sermaye sahiplerinin yatırım kararını negatif yönde etkilemesinden endişe ediliyor. Uluslararası Finans Enstitüsünün (IIF) ‘küresel borç monitörü’ raporlarında dökümü yapılan; hane halkına, finansal olan/olmayan şirketlere ve kamuya ait borçlara ve küresel borcun ülkelerin toplam GSYH’sine oranına ilişkin bilgi, genellikle finansal sistemle ilgili yanıyla değerlendiriliyor.
Oysa ‘borç’ siyasal bir mesele ve kişinin siyasal karar verme sürecindeki önemi büyük. Konuya ilişkin yapılan araştırmalar, yoksulluktan kaynaklanan borçlu olma halinin kişinin psikolojik ve toplumsal durumunu etkilediğini, siyasal davranış kalıplarını belirlediğini gösteriyor. Borç kaygısı içinde yaşayan emekçi, kararlarını gelecekten çok bugüne, olmasını arzu ettiğinden çok yaşanmakta olana, uzak olandan çok yakınında durana odaklanarak vermek zorunda kalıyor. Düşük sosyoekonomik statüsünün ve borç kıskacındaki hayatının kısıtlı koşullarında, algı ve duyarlık düzeyi ona daha aktif olması gerektiğini söylese de yaptığı seçimler ‘borçlu ruh hali’yle frenleniyor.
Borçtan kaynaklanan tahribat, kişinin yalnızca hedeflerinden vazgeçmesiyle, geride durmasıyla, bazen dudağını ısırarak tepki vermemesiyle sınırlı kalmıyor. Borcu olanın içinde bulunduğu sosyoekonomik statü öz güveni örseleyip, kişinin kendisini en doğru kararı verme konusunda yetersiz, öğrenme ve hayata müdahale etme konusunda beceriksiz görmesine neden oluyor. Yoksulluk ve borç, kişinin risk alma olasılığını da düşürüyor. İlerideki daha büyük ödül yerine hemen şimdi elde edebileceği daha küçük kazanca razı oluyor. Kendisini akışa bırakma ve gücü elinde tutana ses çıkarmama eğilimi güçleniyor.
Bazı yazarlar tarafından ‘prekarite’ olarak tanımlanan bu ‘kırılganlık’ sürecinde borç altında ezilen emekçi, borcun yarattığı boğulma duygusu içinde kendisini toplumdan dışlanmış ve yalnız hissediyor. Yoksulluk içinde geçen yıllar, daha düşük bir aidiyet duygusunu ve başkalarına duyulan güvende azalışı doğuruyor. Bu durum örgütlü davranışa, yeniliklere, yabancılara ve aile dışındakilere şüpheyle yaklaşmayı beraberinde getiriyor. Aklı yaklaşan taksit ödemesinde, kredi kartının giderek yükselen faiz oranında olan yurttaş, sendikadan, partiden, dernekten uzak duruyor, fabrika çıkışında uzatılan bildiriyi almak içinden gelmiyor.
***
Karl Marx’a göre yoksulluk, kapitalist ortamda hayat bulan güç ilişkilerinden kaynaklanıyor. Bu nedenle yoksulluğu anlamanın yolu, yoksulluğa neden olan ekonomik ve toplumsal yapıyı anlamaktan geçiyor.
Kapitalizmde ücretli emek ilişkisi zorlamaya ve sömürüye dayanıyor. İşçi, seçim yapmakta özgür olduğu iddia edilen ama aslında üretim araçlarına sahip kapitalistin belirlediği koşullar içinde emek gücünü satıyor. Teri döken emekçi olsa da yarattığı değerin çok küçük bir bölümü kendisine kalıyor.
Bu işleyiş mekanizmasını akıldan çıkarmamak, kapitalizmin kötülüklerini patronun “açgözlülüğü”ne indirgeyenlere ve yoksulluktan kaynaklanan borçluluk halini emekçinin eksikliği gibi gösterenlere prim vermemek gerekiyor. 1980’lerden bu yana dünya düzleminde ekonominin yoğun bir şekilde finansallaştırıldığı, finansal faaliyetin sanayi üretiminden bağımsızlaştığı görülüyor. GSYH’yi arttırsa da ekonominin istihdam yaratmayan ve işçilerin refahına katkı sağlamayan şekilde finansallaşması, emeğiyle geçinenlerin yaşam koşullarını kötüleştiriyor.
Ücretlerin sermaye birikim modellerine göre belirlendiği içinde yaşadığımız vahşi sömürü ortamının sorumlusunun örgütsüz, parçalı ve ürkek işçiler olmadığının, kapitalist sömürüden kaynaklanan yoksulluk ve borçluluğun ‘kırılganlığa’ etkisinin akıldan çıkarılmaması gerekiyor. Eleştirel enerjimizi, kapitalizme güç katan tahakküm ve sömürü ilişkilerini görünür kılmaya, finansal süreçlere ve borçlanmaya ilişkin yapısal analizlerimizi finans uzmanı jargonundan uzaklaştırıp yalınlaştırmaya, sorunun bireysel değil sınıfsal olduğunu vurgulamaya ve borcun yiğidin kamçısı olmayıp işçinin ayağındaki prangası olduğunu bıkmadan anlatmaya vermek gerekiyor.
Egemenlerin vaazlarının aksine, emeğin daha örgütlü, yüksek bir sınıf bilincine sahip olduğu ve daha militanca hareket ettiği günlerin yolu, borçlu olandan değil borçlu olunandan hesap soran bir dilin kurulmasından geçiyor.
Evrensel'i Takip Et