İnsanlık dışılığa insani bir mola: Kitle sporuna iyimser ve kötümser bakış
20. yüzyılın başında futbolun (ve diğer sporların) halk içinde kök saldığı artık inkar edilemez bir noktaya geldiğinde, bu durumun gafil avlamadığı siyasi hareket yoktu. Düzen bekçisi konumundaki çoğu politik örgüt için bu, yeni olsa da özel olarak itiraz edilecek bir şey değildi. Sosyalistler ise endişeliler arasında başı çekiyordu. 1904’te Britanya Bağımsız İşçi Partisinin (Bugünkü İşçi Partisinin öncülü denebilir) yayın organının konuya dikkat çeken makalesi, “Yalnızca patronlarına itaat eden ve futbol düşünen bir işçi nesli üretme tehlikesiyle karşı karşıyayız” diyor ve karşısındaki toplumsal fenomeni pek anlamlandıramasa da olası sonucunu doğru şekilde öngörüyordu.
Diğer siyasi hareketlerle birlikte sosyalistlerin ve komünistlerin futbol çılgınlığı çağına hazırlıksız yakalanması garip değildi. Marx, boş zamandan ziyade emeğin teorisyeniydi. Grundrisse’de “boş zaman”ı insanın özgür gelişimi için maddi bir temel olarak tanımladığı, proletaryanın mücadelesinin sermayeyi “boş zaman”ı en azından şeklen işçilere bırakmaya zorlayacağını söylediği doğruydu; ama onun döneminde henüz ne işçi sınıfı ne burjuvazi bunu gerçekten test edecek imkanlara sahip olmuştu.
Futbol dahil diğer kitlesel eğlenceler, binlerce kişiyi edilgen seyircilere döndüren gösteriler ortaya çıktığında Marksist düşünürler, işçi partileri ve örgütleri arasında iki eğilim baş gösterdi. Biri John Hoberman’ın ifadesiyle buna olan ilgiyi insanlık dışı emek rejimine verilmiş insani bir mola olarak görüyor ve buraya sarf edilen enerjinin yeniden yönlendirilebileceğini savunuyordu. Diğeri ise işçi sınıfının büyük mücadelelerle sermayeden kopardığı boş zamanı pratikte yeniden sermayenin hizmetine sunduğunu vurguluyor ve çok daha karamsar/umutsuz konuşuyordu. Her ne olursa olsun pratikteki gerçeklik şuydu: İşçi sınıfının çoğunluğu sahip olduğu yeni boş zamanı sosyalistlerin umduğu biçimde rasyonel şekilde yani nihai kurtuluşuna hizmet edecek şekilde okuyarak, örgütlenerek, kendini geliştirerek değerlendirmiyordu. Soluklanıyor, kafasını bir sürü gereksiz futbol zırvasıyla dolduruyor, bu sırada bir sonraki iş günü için enerjisini yeniden topluyor ve hayatına eski tas eski hamam devam ediyordu.
Yeni spor fikri rekabete harcanırken
İzleyicinin seyrettiği, bağırdığı, boşaldığı, ama gerçekte olan bitenler üzerinde hiçbir söz hakkının olmadığı, hiçbir şeyi değiştiremediği kitle sporları ve onun mabedi tribünler; bu anlamda burjuvazi için işlevli bir araca dönüşürken SSCB başta olmak üzere spora yeni bir anlam, misyon katma hedefiyle yola çıkan sosyalist yönetimlerde de işler beklendiği gibi gitmedi. Bugün herkesin spor tarihinden okuyabildiği, 1952 Helsinki ile birlikte olimpiyat oyunlarını domine eden SSCB sporcularının temeli 1930’larda atıldı. Stalin, 1935 yılının sonunda halka artık işçi sınıfının daha çok boş zamanının olduğu, “Hayatın daha iyi, daha keyifli hale geldiği” yılların başlangıcını muştularken bu “keyifli hayat” kitle sporlarını da imliyordu. Çoğu 1930’larda kırsaldan gelen yeni işçiler, özellikle futbolu (sonra da hokey ve basketbol) bağırlarına basarken Sovyet sisteminde sporun rolü netleşiyordu.
Sovyetler Birliği futbol takımı (1925)
SSCB’de spor, birilerinin üzerinden servet kazandığı, Batılı anlamda ticari bir faaliyet değildi ama iddia edildiği gibi tüm sporcuların amatör olduğu da doğru değildi. Gizli profesyonellik yaygındı ve aksi de imkansızdı. Çünkü sporculara aynı zamanda toplumun kahramanları olma görevi verilmişti. Batı’nın profesyonel sporcularıyla fabrika mesaisi yaparak baş edilemezdi. Bu, profesyonel bir çalışmayı, bilimselliğe dayanan antrenmanları gerektiren bir uzmanlıktı. Evet, SSCB’de sosyalist düzen halka çok daha yaygın spor imkanları sunuyordu ama aynı zamanda sporu bir ideolojik propaganda aracı olarak kurguluyor, spor üzerinden elde edilen uluslararası başarıları sosyalizmin kapitalizme karşı üstünlüğü olarak yansıtıyordu. Bu, kaçınılmaz olarak “burjuva spor anlayışı”na karşı 1920’lerde işçi sporları hareketinin ortaya koyduğu ilkelerden sapmayı beraberinde getiriyor; sosyalizmin sporu da yüksek performansla, rekor kültüyle, sansasyonla, yenilmezlik propagandasıyla, madalya fetişizmiyle anılmaya başlıyordu.
Edilgenliğe mahkum sevdalılar
Hâl böyleyken 1972’de Doğu Almanya’da Sosyalist Birlik Partisinin resmi yayın organında “hobi hareketi” kapitalist ülkelerin çatışma dolu toplumsal hayatından kaçışın adresi olarak nitelenir ve Doğu Alman toplumunun böylesi bir “zihinsel darlık veya boşluğa” ihtiyaç duymadığı öne sürülürken bunun gerçeği ne kadar yansıttığı şüpheliydi. Aynı yıllarda Batı Almanya’da sol hareket, aslında 1920’lerde işçi sporları hareketinin çoktan gündeme taşıdığı bir soruya yanıt aramaya koyulmuştu: “Nasıl olur da sadece spor, kitleleri gerçekten kitlesel bir şekilde harekete geçirebilir…” Alman işçi sporları hareketinin en önemli liderlerinden Fritz Wildung, ta 1929’da rekabetçi/gösteri sporlarının kitleler üzerinde nasıl bu kadar etkili olabildiğini tartışırken bu faaliyetlerin insanın binlerce yıldır doğasını şekillendiren “oyun dürtüsü ve rekabet ruhu”na dikkatleri çekiyordu.
İşçi sınıfının futbola (ve diğer kitle sporlarına) olan sevdasını açıklamaya çalışırken şu ana kadar nelerden bahsettik? Oyun dürtüsü, rekabet ruhu… İnsanlık dışı emek rejimine insani bir mola… Çatışma dolu toplumsal hayattan kaçış… Yaşamsal enerjinin -bastırılmış şekilde de olsa- kendine akacak bir yol bulması… Elbette daha fazlası da var, taraftarlık mesela. Kendinden daha büyük bir geleneğe, cemaate bağlanmak. Onunla özdeşleşmek. Yalnızlığını hiç tanımadığın insanlarla gidermek… Sosyal medya çağıyla birlikte bu yalnızlığı giderme hali bir yandan çok daha toksik şekillere bürünürken bir yandan da taraftarları asla boş bırakmıyor, onlara kolayca ulaşıyor. Her gün bu enerjiyi içinde barındırdığı tüm nostaljiyle, keyifle, nefretle, dostlukla yeniden üretiyor. Ancak bu üretim işçi sınıfının taraftarlığının anonimliğe, edilgenliğe ve seyirciliğe mahkum oluşunu değiştirmiyor.
Rekabetçi kitle sporlarının, özgünlüğü, yerelliği yutan tekelci, tek tipçi örgütlenmesinin esas marazı da burada ortaya çıkıyor. Küreselleşmeyle birlikte iyice hakim olan bu harekat, kimilerinin vurguladığı gibi taraftarı sadece müşteri kılmıyor aynı zamanda koca bir halkı edilgen seyircilere dönüştürüyor. Ve bu seyirciler, -spor seyircisini izlediği şeye hakim olma konusunda tiyatro seyircisinin önüne koyarak öven Brecht’in iddiasının aksine- izledikleri şeye ne kadar hakim olurlarsa olsunlar bu yetkinlik onların edilgenliğini değiştirmeye yetmiyor.
Modern sporlara dair en karamsar fikirlerin sahibi Theodor Adorno, Thorstein Veblen’e yanıtında modern sporların insan vücuduna makinelerin etkisiyle kaybettiği bazı özellikleri geri kazandırdığını ama bunu sadece onu makineye daha kesin şekilde hizmet etmeye eğitmek için yaptığını söyleyerek “Bu nedenle sporlar, nerede düzenlenirlerse düzenlensinler, özgürlüksüzlük dünyasına aittirler” diyordu. Şimdi gelelim bu yazının adeti olduğu üzere “iyimser” görüşe… Wilhelm Reich, 1930’larda futbolun “doğrudan siyasetsizleştirici” ve “Gençlerin gerici eğilimlerini destekleyen” özelliklere sahip olduğunu öne sürerken bu saptamayı temel olarak tribünlere bakarak yapıyor, “Yaşamsal enerjisini bir futbol maçıyla boşa harcayan, yanlış yere kanalize eden” insanlardan bahsediyordu. Bununla birlikte Reich doğru politik aktörlerle, doğru yaklaşımla bu enerjinin doğru yola saptırılabileceğini de düşünüyordu. Bu potansiyel gücün her zaman burada olacağı açık, ama bu potansiyelin kendisinin de onu dönüştürme hayalinin de yeryüzünün her santimetrekaresine hükmeden emperyalizmin ve küreselleşmenin hakemliğinde maçlara 100 yıl, 70 yıl, 50 yıl öncekine göre çok daha dezavantajlı başladığı kesin.
Evrensel'i Takip Et