Hattı müdafaa değil, sathı müdafaa gereklidir!
Ülkemiz ve halkımız çok ciddi iç ve dış tehditlerle karşı karşıya gelmiş bulunmaktadır. Ortadoğu’da sınırların yeniden çiziliyor olması, emperyalist güçlerin Ortadoğu’da kotarmaya çalıştığı programın Türkiye’yi de içine alırcasına tüm hızıyla devam ediyor olması ülkemiz açısından sonu meçhul büyük bir tehlike kaynağıdır. Bugün bu konuyu görebildiğim boyutlarıyla tartışmak istiyorum. ‘Görebildiğim kadarıyla’ diyorum, çünkü olayların toplumsal ya da bölgesel iç dengelerden ziyade dış etmenlerin kukla oynatırcasına etkileri ile cereyan ettiği kanısı hakim bende. Bu çabaya girişmemin sebebi, ülkemize yapılan iç ve dış dayatmaların kimilerince bizzat dayatmacıların emeline yağ sürercesine, kimilerince de bir şeylerin söylenmesi gerektiği inancına rağmen biraz çekingenlik, hatta biraz mahcubiyetle politik görüntüyü ortaya koyamıyor ya da belki de koymak istemiyor olmasıdır.
Önce meselelere bakalım. Bir kere, tarihi fırsatı yakaladığını düşünen İsrail kendisine vadedildiğine inandığı toprak bütünlüğünü kurma faaliyetine girerken, aynı zamanda da çevresinde güvenebileceği devleti ya da devletleri de oluşturma projesini ABD’nin de desteğiyle uygulamaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, bir zamanların ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice’ın yarım ağız ifadesiyle dillendirdiği Ortadoğu’da sınırların yeniden çizileceği süreci başlamış bulunmaktadır. Türkiye’yi doğrudan ilgilendiren/dayatılan açılım konusu, yarım asırdır sürdürülmüş Türk-Kürt çatışmasının çözümünün uzlaşma şeklinde değil de, adeta yeni bir devlet yapılanması şeklinde dayatılması da Ortadoğu’nun kilidi mesabesinde görülmektedir.
Söz konusu sürecin salt silahların susması, çatışma ve insan ölümlerinin son bulması, kısaca sulh, sükun ve insan haklarına saygılı bir sistem oluşturma adına olumlu karşılanması kuşkusuzdur. Ancak, bir yandan çözümün tüm ilgili grupları kapsamaması, diğer yandan da tabandan halkların özgür irade beyanlarının sonucu olarak değil de yukarıdan aşağıya dayatma şeklinde lanse edilmesi tarafların ulusal hakimiyet hakkının olduğu kadar özgür irade beyanlarının da ihlali olarak yorumlanmalıdır. Kaldı ki, taban anlaşmaları yapılmadan girişilen böylesi dayatmaların ileride nelere gebe olacağı da başka bir muammadır!
Ortadoğu’da ABD ve İsrail eliyle alan temizliği yaşanırken, uzun zaman boyutunda devamlı olarak kaşınan geçmiş hesaplar da gündeme gelecekti. Nitekim geldi de! Osmanlı İmparatorluğu çözülüp yerine Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, birincisi ABD’nin Lozan Antlaşması’na karşı tavrını, ikincisi de İmparatorluk altındaki tüm halkların İmparatorluk parçalanırken kendi devletlerini kurmalarına karşın, sadece bir halkın, Kürt halkının devletlerini kurmamaları ya da kurdurulmamaları tarihçilerin analizine muhtaç bir konudur. İstiklal Savaşı’nda, vatan savunmasında Kürt ve Türk halklarının beraberliği tarihin çok parlak bir sahnesini oluştururken, 1924 Anayasası ile girilen kapitalizmin Türkiye siyasetini sürüklediği durumun yaşanmamış olması umulurdu! Ancak bu durumu, siyasi açıdan dönemin “ulus-devlet” yapılanma felsefesi karşısında merkez devleti tanımayan feodal yapılanmalarının tavrı ve maalesef bunun yansımaları şeklinde gelişen olumsuzluklara; ekonomik açıdan ise, geç kapitalistleşen ekonomilerde feodal yapıların çözülememesi yanında, ilk sermaye birikimi gereksinimi ve gelişme dürtüsünün istenmeyen sonucuna bağlamak daha doğru olur.
Yoğun ekonomik çöküşle boğuşan Türkiye’nin, gölge IMF ajanı Mehmet Şimşek ile de kaynak sorununu çözememiş olması, dayatılan bu projeye olumlu yaklaşmasının temel ekonomik sebebini oluşturmaktadır. Doğrusu, oyunun zamanlaması ve oynanma stili fevkalde profesyonelce seyretmektedir. Zira bu denli karmaşık olayların her taraf için en optimal zamanda kesişmesi rastlantısal değildir. Birincisi, süreç çok gerilerden başlatılmış olup, tedricen pişirilerek günümüzde ortaya çıkarılıştır. İkincisi, yarım asra yakın bir sürede çatışan ve binlerce can kaybının acısını göğsünde taşıyan tarafların tepeden yönlendirilen siyasileri, yönlendirilmelerinin kanıtını oluştururcasına tabanlarından soyut davranarak, bir anda kutsal barışa doğru yola çıkmaya karar veriyorlar! Üçüncüsü ise, her ne hikmetse, Türkiye’de şekilsel demokrasi görüntüsünde monarşi benzeri yaşam-boyu iktidarı sağlayıcı yeni bir anayasa yapımı zorlamalarının yaşandığı süreçte, hem de dış kaynağa şiddetle gereksinim duyulduğu bir ortamda zeytin dalının en keskin taraftan sunulması doğrusu çok akıllıca bir taktiktir. Güç böyle bir şey olsa gerek!
Hal bu iken, konuya salt Türkiye-PKK açısından ve söz konusu tarafların siyasi basiretleri ve güçleri açısından bakmak yalın kalır. Ortadoğu’da büyük güçler iradesi ile alan temizliği yapılırken, bu temizlikte kimileri olumlu, kimileri olumsuz olarak, fakat her iki durumda da tüm taraflar, bazı göstermelik ve geçici menfaatler karşılığında haklarına razı olarak temizliğe katılmaya mecbur bırakılmaktadır. Kuşkusuz bu alan temizliğinde Suriye meselesi de, Esad’ın çökertilmesi ve Rusya’nın bölgeden uzaklaştırılması formülü ile çözüldükten sonra, diğerlerinin çorap söküğü gibi geleceği belli idi. Kaldı ki, söz konusu alan temizliğinde tarafların kendi güçleriyle kotaramayacakları göreli durumları, hatta çıkarları da korunmuş olmaktadır. Buna isterseniz yumuşak politika, isterseniz akılcı politika diyelim, fakat kesinlikle demokratik uygulama diyemeyiz. Çünkü işin temelinde ne insan hakları, ne de gerçek anlamda demokratik yöneliş vardır, işin aslındaki tek gerekçe emperyalistin uzun erimli çıkarı, hesabıdır. Anlaşılan BOP’un kuruluş amacı da, bu yapay örgütün başkanlıklarının ihdası da hep büyük ağabeyinin kirli emelleri ile ilgilidir.
Neoliberal politikalar tüm yerküreye dayatılırken, belki de hiçbir tarafın anlayamadığı alt-kimlikler ortaya saçıldı. Sadece alt-kimlikler mi saçıldı, bir de bizlere “birey” olduğumuzu kafamıza vura vura öğrettiler. Ne var ki, biz de havuca koşan tavşanlar gibi tüm oyunlara tav olduk. Bu akıl oyunun, bir yönü ile güçsüz ulus devletleri parçalamaya, diğer yönü ile de önlenemeyen kriz karşısında yükselen sol akımları bertaraf etmeye yönelik olduğunu algılayamadık. İşte şimdi biz Türk ve Kürt halkları etnik temelde, dinsel kardeşlikte birleşiyoruz. Ülkemizde emekçiler ayakta, sanki 1875 krizinde Prusya’da yükselen ve herkesi heyecanlandıran kriz belirtileri benzeri yaşanıyor. Böylesi süreçlerin mutluluğa taşıyıcı kolu kuşkusuz emekçilerdir. Türk- Kürt ittifakında sermayeye karşı emekçi birliği kurulabilir mi? İşte size, örgüt mantığını parçalayıcı bireyselleşme; ulus-devlet çimentosunu parçalayıcı etnisite; gerçek demokrasi ve özgürlüğe yürünecek yolu tıkayan merkezi kapitalizmle iş birliği!
Türkiye, 2000 IMF programının hedefine uygun 2002 siyasi kadrosuyla uhdesine almış olduğu siyasi misyonunu henüz tamamlayamamış durumdadır. Sahne değişikliğine aday bulununcaya kadar zaman kazanmak için ekonomik olarak zor durumda olan Türkiye’ye biraz maddi ve manevi destek sağlamak işe yarar, süreci yağlayabilir. Bilardo oyunu gibi, topu deliğe gönderirken, İran yara alır, İsrail’in çıkarı doğrultusunda güç kaybeder, hatta belki de parçalanır. Türkiye’de ise, yeni anayasada sadece ebedi bir makam ihdas edilmiş olmaz, ama siyasi yönetim şekli üniter sistemden feodal sisteme, belki de geçiş sürecinde konfederal yönetim biçimine dönüştürülür. Arkaya alınan/verilen bu rüzgarla kotarılacak yeni anayasada kişiye özgü ebedi başkanlık ya da fahri başkanlık vb. gibi yaşam-boyu devlet koruma garantisi verildikten sonra gerisi nasıl olsa çözülür. Ulusun birliği, demokrasi, insan hakları, kalkınma vs. konuları gündemden düşmüş, biz neyi konuşuyoruz ki!
Bu denli karmaşada hattı müdafaa değil, sathı müdafaa öne çıkar!
Evrensel'i Takip Et