28 Mayıs 2023 04:55

Bir hayat vardı

Fotoğraf: Pixabay

PAZAR
Paylaş

Son 10 yılda 11. seçim günümüz bugün.

7 Haziran 2015’te ve 2019 yerel seçimlerinde kısmi bir mutluluk yaşamışım. 

Gerisi çoğumuz için düştüğün yerden ayağa yeniden kalkabilme mücadelesi, bir dirayet hikayesi.

Öyle bir ülke olduk ki insan kendi yaşının on yıllık değişimlerini, dünyanın çoğu ülkesindeki gibi yaşamasına izin vermiyor. Kaygılarda, elemde, kederde ortaklaşıyor, yaş almanın öğretisini edinmeye fırsat bulamadan, her sene içimizde yeni ukdeler filizlendirirken haldur huldur yuvarlanıyoruz hayat denilen bu kavganın içinde.

Bilgisayar oyunu gibi oldu hayat, her sene yeni bir “level” ve sürekli zorlaşıyor.

Canın da azalıyor. Oysa hayatın olağan akışında, insan yaş aldıkça, hayatı daha kolay çözmesi, bazı sorunları geride bırakması, hedeflerine ulaştıkça orada durup keyif alması, yavaşlaması, dinginleşmesi beklenirdi.

Yaş 35 yolun yarısı, bundan sonra ertelemeyeceğim hayatı diye kendine hedefler koyarken bir bakıyorsun yine seçim, yine sandık, yine bir seçimden sonraya erteleme hali tüm hayatı.

Sonra bir sonraki seçime ertele, sonra bir sonrakine.

Sorduklarında otuzlarınla kırkların arasındaki fark nedir diye, artık seçim yasasını daha iyi biliyorum, müşahitlerin hak ve görevlerini haizim dışında büyük büyük çıkarımlar yapmak mümkün değil. Bilmiyorum tam olarak nasıl yaşanırdı otuzlar, kırklar.

Zira bırakmadılar yaşayalım şu hayatı.

Bir zamanlar bir hayat vardı.

Hep şerh düşme zorunluluğu hissedilir, baştan yazalım: Hiçbir zaman gül bahçesi olmadı bu memleket.

Ancak bir zamanlar, eğitim o kadar da sınıfsal ve taraflı değilken, iyi devlet okullarını, geri ödemesi yıllara ufak taksitlerle yayılacak olan burslarla bitirip, kamu sınavlarına girip ya da özel sektörde siyasi görüşüne değinilmeyen mülakatlarla bir iş edinmek imkan dahilindeydi. Akademide kalmak değil, hayata başka yerden atılmak bir maceraydı. 

İstanbul Üniversitesinde ülkenin her şehrinden gelmiş, her sosyoekonomik seviyeden insan bir arada okuduk. Okula spor araba ile gelen tek kişi tanımadım, ekonomik sebeplerle okulu bırakmak zorunda kalan da.

Babam köyünden çıkan ilk üniversite mezunuydu, annem bir yandan memurluk yaparak okumuştu, bize devreden nasihat “Sen istersen ve çabalarsan her şey olur”du. Benim de köyünden üniversiteyi kazanan ilk kişi olan arkadaşlarım vardı. Aynı bayrağı taşıyordu: çalışmıştı ve başarmıştı: İstersen, çabalarsan olur.

Yani tüm kapılar tutulmamıştır, tüm kadroların sahibi çoktan belli değildir, paran yoksa da çalışkanlığın ve zekan yetebilir, eğilip bükülmen gerekmeden, kimselere yanlamak zorunda kalmadan da işin olur, başarın olur, hedefin, hayalin, planın olur. 2001 krizinin göbeğinde mezun oldum. Tam 3 ay iş aradım, herkes teselli veriyordu: kriz öyle böyle değil, sabret, mutlaka bulunur.

Şimdiye bakınca üç ay işsizlik, işsizlikten sayılmıyordur.

Daha yirmilere bile girmeden, burslarla, arada çalıştığımız günübirlik işlerle ve memur ailemin gönderdiği harçlıklarla yaşadığım hayatı, bugün 23 senedir aralıksız çalışmış, birkaç işi aynı anda yapar halimde yaşayamıyor olmak nasıl bir muammadır?

O zamanlar iki-üç öğrenci birleşip tutulan evlerin kirası bugün asgari ücretin üç katı olmuş. Bir konser bileti kimi zaman bir haftalık yevmiye ediyor, asgari ücret yirmi kilo kıyma kadar. Oysa bir zamanlar işçi ağabey-ablalarımızla gittiğimiz pikniklerde yerdik biz bu kadarını.

Otuzlu yaşlar bu memlekette başını sokacak bir ev edinme yaşlarıydı. On yıldır çalışıyor olman ve artık bir ev peşinatı biriktirmiş olman beklenirdi. Kırklarına kadar da kredisini öderdin. Orta sınıf için yazılmış senaryo buydu. 

Sürüden ayrılmak isteyenler, daha renkli bir yaşamı tercih eder, dünyanın bir ucuna tatile gider, yeni lezzetler tadar, güzel gezer, hobilerine harcar, akşam eğitimi veren özel okullarda yüksek lisans yapar, yeni bir dil öğrenir, bir girişimcilik dener ya da kendini daha eşit bir yaşam için mücadeleye adar ve kitleler örgütler, hepsi de bu özel mülkiyete indirgenmiş hayatı sorgulatırdı.

Çalıştığım fabrikanın servislerinden inenlerin hangisi beyaz hangisi mavi yaka fark edilmezdi. Aynı dükkanlardan giyinir, aynı lokantalarda yerdik. Sendikalı bir işçinin maaşı da çocuklarının geleceği için plan yapmasına müsaitti.

Tiyatro ve konserlerde yan yana oturur, aynı sinemaya giderdik. Giderdik böyle yerlere, gidebilirdik, bizler; aynı sınıfın insanları.

Bir neşemiz vardı, Adile Naşit, Münir Özkul, Şener Şen, Kemal Sunal filmlerinden kalan. Müslüm’ün arabesk filmlerinde o bağlama çalarken efkarlı babasının ve tülbentli anasının önünde bir kadeh rakı dururdu ve bu kimseye absürt gelmezdi. Politik filmler gerçekten politik olur, satır arasının virgülünden mesajı sızdırmaya çalışmaz, doğrudan konuyu işlerdi. Bir sürü mizah dergisi vardı, bir mizahımız vardı, gazete okuma alışkanlığımız gibi. Pazar günleri eklerle birlikte alınan gazetelerin ağırlığı bir kiloyu aşardı. 

Çoğu insanın siyasi görüşünü bilmezdik günlük hayatta. İnsanları iyi biri, hırslı biri, çalışkan biri, soğuk biri, sıcakkanlı biri gibi değerlendirirdik. Arkadaş buluşmalarında saatlerce siyaset tartışmak yerine kutu oyunları, sessiz sinema oynanırdı, hatta müzik açılıp dans edilirdi, günlerde göbek atardı kadınlar. Ayaküstü sohbetlerde sıra oy verilen partiye gelmezdi. Örgütlü mücadele içinde, aynı siyasetin insanları bile buluştuğunda, pikniğe gider, top oynar, tavla oynar, bir yandan bir hayat insan olmanın gereğince akardı. Bir hayat vardı: Biteviye tartışmadığımız, birbirimizle bunca ayrışmadığımız, hayatı sadece kavgadan ibaret kılmadığımız, gülümsemek için bunca efor harcamadığımız. 

2010’dan sonra yasak rüzgarı sert esmeye başladı, sonra ceza fırtınası geldi. 

Hiçbir iyiliğin cezasız kalmadığı, yalanın bir sarmaşık gibi arsızca her yeri sardığı, her hakikatin yalnızlıkla sınandığı, insanların paslı çiviler gibi saçıldığı bu noktaya kadar geldi.

Politikada İyilik Hali oluşumu ile bir atölye çalışmasındaydık. Bir kadın arkadaş dedi ki; “Bu seçime hayatımızın en önemli seçimi diye girdik. Neden böyle yaptık bilmiyorum. Çünkü kasım 2015’ten sonra da, referandumdan sonra da biz mücadeleye devam ettik, edebildik. Biz hep devam edeceğiz, tavrımız değişmeyecek. 14 Mayıs’ta kazanamazsak öyle olur, böyle olur diye konuşurken 15 Mayıs’ta elimizde bildirilerle sokak sokak geziyorduk. Bitmedik, bitmiyoruz, bitmeyeceğiz. İlk turdan benim çıkarımım; ne kadar dirayetli ve yılmaz olduğumuz.”

Bu sisteme uyumsuzuz, başka bir alem arzumuz dizginlenemiyor. Dibine kibrit suyu da dökseler, umudumuz tamamen hiçbir zaman kurumuyor.

Sosyal Psikolog Solomon Asch; 1951 yılında bir sosyal deney yapıyor. 50 öğrenciye iki kağıt gösteriyor. Birindeki tek çizginin diğer kağıttaki üç çizgiden hangisi ile aynı uzunlukta olduğunu soruyor. “Yardımcı” grup bazı etaplarda bilerek yanlış yanıt veriyor. Amaç; öğrencilerin verilen yanlış cevaplara katılıp katılmayacağını gözlemlemek ve topluma uyum göstermek için ‘kendi doğrularını’ göz ardı edip etmeyeceklerini görmek.

Katılımcıların yüzde 32’si, gözle görülecek şekilde, açıkça yanlış olsa da çoğunluğun görüşlerinin hepsine katılıyor; yüzde 75’i ise en az bir kez çoğunluğun görüşünü benimseyerek soruya yanlış cevap veriyor. Ortamdan yardımcıları çekip sadece katılımcılar ile yapılan deneyde ise yanlış cevap oranı sadece yüzde 1.

Deney sonrası katılımcılarla yapılan görüşmelerden çoğunun aslında gerçek cevabı tabii ki bildiği ama söylemediği ortaya çıkıyor. Çünkü daha önce bu yardımcılar ile görüşmemiş ve bir daha da görüşmeyecek olsalar dahi bir grup tarafından onaylanma isteği ve çoğunluk tarafından dalga geçilme korkusu onları genel görüşe katılmaya sevk ediyor.

Bir de Muzaffer Şerif’in Robbers Mağarası Sosyal Deneyi var 1950’lerden kalan.

11 yaşındaki 22 erkek çocuğunu yaz kampı diyerek, deneye de adını veren Robbers Cave State Park’a götürürler.

Birbirlerini henüz görmeden çocukları iki gruba ayırır, birbirinden ayrı iki kampa yerleştirirler. Bu ilk aşamada iki grup kendi içinde kaynaşır, kendi alanlarını ve hakimiyetlerini belirlerken akışta bir rekabet ve atışma doğar.

İkinci evrede araştırmacılar bu rekabete alan açar ve iki grup arasında bir turnuva düzenlerler. Bu yarış ile atışma karşılıklı sürtüşmeye, gerilime ve sert bir çatışmaya döner.

Üçüncü aşamada, çatışmayı ve ön yargıları yenmek için önce “more contact” teorisiyle temas kurdurmayı dener, iki grubu birlikte gezmeye çıkarırlar, ortak aktiviteler düzenlerler.

İşe yaramaz, sürtüşme devam eder.

Sonra “Ortak hedef uğruna dayanışma”yı denerler. Çocukların sularını keserler, birlikte su bulmaları gerekir, birlikte çadır kurmaları ve akşam yemeğini birlikte hazırlamaları gerekir. Sonra bir ödül için birlikte mücadele etmeleri gereken bir yarış düzenlerler.

Bu safhada başarılı olurlar. Sosyal temas hipotezinde, gruplar arası ön yargıyı ve çatışmayı azaltmada şu adımlar ortaya çıkar: Ortak amaç, eş değer statü, iş birliğine dayalı ilişki, otorite desteği.

Bu örneklerden öne çıkarak, uzun bir süre seçim yasağına denk gelen son yazım olması umuduyla şöyle özetleyeyim durumu:

Bir hayat vardı ve biz bunu bir kere tatmış bulunduk. ”Çalışırsan ve sen istersen olur” nasihatına bağlandık.

Çoğunluğun tepkisini almamak için bir yalana destek olmak yerine, bir alev aydınlığı verebilmek için kibrit gibi yanmayı göze aldık.

Bilimin ışığı bize en azından doğru bir yolda olduğumuzu gösteriyor. Ortak amaç etrafında iş birliğine dayalı dayanışmayı başlattık.

Gezi’nin onuncu yılında, üzerinden ömürlerce zaman geçse de, kazanımlar ya da yenilgiler dağ olsa da, mücadeleyi hep taze tutacak Gezi’nin sloganıyla selamlayalım pazarı:

Bu daha başlangıç!

Bir hayat var ve onu yeniden kuracağız, eninde-sonunda!

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...