15 Haziran 2022 04:30

Köln hadisesi: Irkçılık, cinsiyet ve göç

Fotoğraf:DHA

Paylaş

Yüzlerce kadının cinsel taciz, saldırı ve tecavüze maruz kaldığı Köln’deki 2015 yılbaşı kutlamaları Almanya’daki göç krizi tartışmalarında bir dönüm noktası haline geldi. Sabine Hark ve Paula-Irene Villa “Farklılığın Geleceği: Irkçılık, Cinsiyetçilik ve Feminizmin Toksik Bileşimi” başlıklı kitaplarında bu hadisenin Almanya kamuoyunda nasıl bir kırılma yarattığını inceliyorlar (The Future of Difference: Beyond the Toxic Entanglement of Racism, Sexism and Feminism, Verso, 2020). Alman normalliğinin parçası olan kadın düşmanlığı ve cinselleştirilmiş saldırganlığın Köln hadisesiyle nasıl göçmenlere has özellikler olarak ele alınmaya başlandığını yazarlar şöyle özetliyorlar:

“Köln’e dair yargılarını paylaşırken -suçluların Alman olmadığı ve (özellikle) Arap kökenli olduğu düşünüldüğü müddetçe- birdenbire kendilerinin feminist olduğunu keşfeden Alman yorumcuların ikiyüzlülüklerine ne kadar dikkat çeksek azdır. Cinsiyetçiliğe ve özellikle cinsel ve toplumsal cinsiyet temelli şiddete karşı mücadele etmek yaşamsal önemde olsa da bu mücadele, niyetinin ırkçı, yabancı düşmanı ve dar kültüralist bir hale dönüşmesi durumunda yıkıcılaşıyor. Almanya içinde ve uluslararası kamuoyunda Köln’e dair hakim söylem biçimi haline gelen tam da bu feminizm ve kültürel ırkçılık arasındaki birleşim oldu. Irkçılık ve kültürel stereotipleştirme fiilen cinsel şiddet sorununu ana akımda ifade edebilmenin koşulu oluverdi. Başka bir deyişle: Cinsel siyaset bir kez daha ırkçı bilgi üretiminin bir sahasına dönüştü. Görünüşe göre açıkça ırkçı ve yabancı düşmanı hitabet artık sadece olanaklı veya meşru değildi; Artık ‘Batılı değerler’ ve cinsel eşitlik müdafaasında ‘kadınlarımızı’ korumak için zorunluydu.”

Erdoğan ve Merkel arasında kotarılan Mülteci Anlaşması vesilesiyle yakından tanıdığımız Avrupa sınır rejimini meşrulaştırmak için feminizmi yedeklemeye çalışan bu söyleme yazarlar feminist ırkçılık veya ırkçı feminizm adını veriyor. Elbette bu tanım çok kulak tırmalayıcı. “Hakiki” bir feminizmin ırkçılık veya herhangi bir ayrımcılıkla iltisaklı olması birçok feminist gibi benim açımdan da kabul edilebilir değil. Ancak önceki bir yazımda belirttiğim gibi hakiki feminizm veya hakiki sosyalizm tanımları yapmak elzem olsa da, “ırkçı feminizm” veya “nasyonal sosyalizm” gibi özgürlük hareketlerinin kimi taleplerini içererek, erkek egemenlik ve kapitalizme karşı mücadelelerini saptırarak faşist bir rejime yol döşeyen aşırı-sağcılıkla mücadelede yeterli değil. Tersine faşizme karşı mücadele feminist ve sosyalistlerin talep, slogan ve mücadele araçlarının nasıl faşistler tarafından gasbedildiğinin farkına varmakla mümkün. Bu bakımdan adına ne dersek diyelim, toplumsal cinsiyet ve cinsellik temelli özgürlüklerin Avrupa kültürünün üstünlüğünün işareti sayıldığı bir siyasal ortamda tüm Avrupa’da yabancı düşmanı ve aşırı milliyetçi hareketlerin cinsel eşitlik şiarını şu ya da bu biçimde benimsemesi göz ardı edilmemesi gereken bir gelişme. Bu anlamda Köln hadisesi sadece taciz, tecavüz değil, cinsel özgürlük, cinsel eşitlik, laiklik, aydınlanma, özgürlük ve bireyciliğin anlamlarının yeniden müzakere edildiği bir süreci tetikledi.

Hark ve Villa’nın kitabını özetlemek maalesef mümkün olmayacak. Bu yazıda kısaca Türkiye’deki göç sorunu ve cinsel şiddet arasında kurulan ilişkiye dair bazı dikkat çekici paralelliklerden bahsetmek istiyorum:

Aşırı-sağın feminizme doğru yaptığı hamle feminizm içinde bir tartışmaya sebep oldu. Hark ve Villa’nın eleştirilerinin hedefinde1977’de kurduğu EMMA dergisiyle tanınan lezbiyen feminist Alice Schwarzer var. Schwarzer ve EMMA dergisi sadece göç meselesine dair “Avrupa değerlerini” öne çıkaran kültüralist bir yaklaşımla değil, aynı zamanda trans feministleri dışlayan (Kamuoyunda TERF terimiyle tarif edilen) bir pozisyonla da diğer feministlerden ayrışıyor. Almanya feminizminin önde gelen isimlerinden olan Schwarzer sol içinde de tanınan ve sözü dinlenen bir figür. Son olarak Almanya’nın Ukrayna’ya ağır silah göndermesi politikasını eleştiren ve bir atom savaşı tehdidine karşı uyaran 28 entelektüel ve sanatçının imzaladığı  Şansölye Scholz’e yönelik bir mektuba öncülük etmiş ve mektup EMMA’da yayımlanmıştı. Daha önce de başörtüsünü Nazi zamanında Yahudilerin takmak zorunda oldukları Davud Yıldızına benzeten Schwarzer kesişimsel feminizmi dışlayan ve orta sınıf kadınların ayrıcalıklarını korumaya çalışan bir “beyaz feminizmle” suçlanmıştı. Gerek başörtüsüne karşı tavrı gerek Yeşillerin kadın kotasından vekil seçilen Tessa Ganserer’e karşı yürüttüğü kampanyanın aşırı sağ AfD sıralarından aldığı alkış Schwarzer’i eleştirenler tarafından temsil ettiği politik pozisyonun bir işareti olarak algılandı. Schwarzer ise göç, başörtüsü ve translara ilişkin tavırlarının resmen zorunlu kılınan bir “yabancı dostluğu” ve “sözde hoşgörüye” karşı geliştiğinin altını çiziyor. Feminizm içindeki tartışmayı işlevini yerine getirmekte tökezleyen liberal çokkültürlülük projesinin semptomları olarak değerlendirmek mümkün. Aşırı sağın bu tökezlemeden faydalanarak büyümeye çalışması da şaşırtıcı değil. Hem çok kültürlülüğe karşı Avrupa değerleri hem trans feminizme karşı biyoloji ekonomik ve siyasi bir kriz içindeki Almanya’da emniyet veren, belirsizlikleri depolitize eden, sabit ve tartışılmaz bir temel kaide arayışının simgeleri. Bunlar, hem cinsellik hem ulusal egemenliğe dair pazarlık edilemez ve korunmaya muhtaç sınırları yeniden tanımlıyorlar.

Hark ve Villa’nın çalışmasında gözüme çarpan ikinci önemli nokta Köln hadisesinden sonra göçmenlere karşı misafirperverliğin kamuoyunda safdil ve aptalca bir tavır olarak küçümsenmesi. 2016’da Darmstadt’ta toplanan dil bilimciler Almanya’ya Suriye’den göç dalgasının yükseldiği ve Köln hadisesinin yaşandığı 2015 yılının en korkunç deyimi olarak “iyi insan” (Gutmensch) kelimesini seçmiş. Dil bilimcilere göre göçmen kriziyle beraber “iyi insan” kelimesi dünyadan habersiz, kahramanlık kompleksinden muzdarip bir ahlak emperyalizmiyle eş anlamlı olarak kullanılmaya başlanmış. Türkiye’de göçmen haklarını savunanların da benzer tavırlarla kendi kendilerini tatmin etmeye yönelik, gerçekleri göz ardı eden bir hümanizmle suçlanması dikkat çekici.

Kültür, göç ve cinsiyet meselelerinin hem liberaller hem de liberalleri eleştirenler tarafından hayırseverlik ve hoşgörü kavramları çerçevesinde ele alınması toplumsal eşitsizliği ve hiyerarşiyi yeniden üretiyor. Eşitlik ve özgürlüğü savunanlar içinse göç ve cinsel hakları savunmak vicdan, ahlak ve iyilik gibi metafizik kavramlara indirgenemeyecek politik meseleler. Kapitalizmin güncel politik biçimine karşı mevzilenen bir sınıf perspektifi kah sözde Avrupa değerlerine kah çok kültürcülüğe dayanan bir kültür siyasetinin ötesinde ahlak ve reelpolitika arasındaki gerilime meydan okur. Bu bağlamda her ikisi de yönetici sınıfların çıkarlarını meşrulaştıran ahlak kumkumalığı ve reelpolitiğin kurguladığı hakikat çerçevesini kıran sınıfsal bir tavrı öne çıkarabilmek sosyalistlerin önündeki en acil görevlerden birini oluşturuyor. 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa