16 Ocak 2022 04:57

Edebiyatta yaşamak…

Kaynak: Unsplash

PAZAR
Paylaş

Hayat nedir diye sorsalar, derim ki akışında bir nehir gibi olmalıydı. Ömrümüze paydaş olan insanlar tatlı su balıkları gibi dokunmalıydı, yorulduğumuzda tutunduğumuz ağaç dalları dostlarımız olurdu, güzel kıldığımız her an, güneşin suda yarattığı renk oyunları, her ürettiğimiz de ellerimizle nilüferler bırakmak sayılırdı bu nehre.

Oysa gecenin kör karanlığında, yıldızsız bir göğün altında, kurtların uluması, çakalların gözleri, yılanların tıslaması arasında, kendimizi nereden savunacağımızı şaşırmış şekilde hayatta kalabilmek için boşluğu yumruklayarak sonsuz bir kavgaya girmiş gibiyiz.

Nefes alamadığımı hissettiğim anlar oluyor. Bir caddenin ortasında ya da evin balkonuna çıkıp boğazımdaki yumruyu haykırmak istiyorum, kendi sesimden korkarak.

Çoğumuz aynı durumda biliyorum. 

Böyle dar zamanlarda ya edebiyata sarılırım ya dostlara.

Edebiyat da dosttan sayılır gerçi.

Zorlu bir haftaydı, yüz sorti atmışımdır kitaplığa, rastgele bir kitap çekip, üç beş satır okuyup koyarım geriye.

Kafamı, bastırıldığı çamurlu sudan nefes almak için çıkardığım birkaç dakika gibi gelir.

Ölümle sınandığımız bir haftanın sonunda, yaşamak işine edebiyattan bakalım istedim, yaşamak nedir?

“Eğer yaşamak kelimesinin manası her şeyden mahrum olmak ve ıstırap çekmekse, her an küçülmek ve bunu nefsinde her lahza duymaksa, bir türlü aşamayacağı bir çemberin içinde durmadan çırpınmaksa, şüphesiz ben de, benimkiler de en derin şekilde yaşıyorduk.”

 Saatleri Ayarlama Enstitüsü, Ahmet Hamdi Tanpınar

Yaşıyoruz, canımızın çektiğini yemekten, zevkimize göre giyinmekten, hayal kurmaktan mahrum, sineye çektiğimiz her yasakta, cezada ve cezasızlıkta küçülerek...

İnsanız, ufkumuz bize çizilen sınırlardan geniş, çemberimizden çıkıp düşününce, nerede neler yapıyor olabilirdik şimdi diye, yaşamanın alternatif maliyeti katlanıyor. Vazgeçtiğimiz her deneyim, her zevk, her huzur, her çaba, zafer ve dinlence yekünde dağlar aşıyor, ederi varlığımızın kapladığı alanın kim bilir kaç katı? Bugün katledilsek, kan parası biçerken bize yargı, aileye kazandırdığımız parayı baz alacak, hayalini kurduğumuz dünyada bu insanlığa ne katacağımızı değil.

 Slyvia Plath ne diyordu:

“Olmak istediğim her şeyi olmam, yaşamak istediğim bütün hayatları yaşamam mümkün değil. İstediğim bütün yetenekleri geliştirmem mümkün değil. İstememin nedeni ne peki? Hayatımda, olası bütün zihinsel ve fiziksel deneyimlerin her bir rengini, tonunu ve her çeşidini yaşamak istiyorum.”

İstemek suç değil. Kimse kimseyi yargılamasın kurduğu hayalle, tutkularıyla, hayata tutunma çabasıyla.

İncecik bir bağ bizim yaşamakla aramızdaki, o bağın en sağlam lifi her insan için farklı, tehlikeli alana makas gibi dalıyor olabilir sarkastik eleştiriler, alaycı yorumlar. Bilemeyiz.

Bilmediğin silahla oynanmamalı.

Şuna benzer cümleler çok duyuyorum etraftan:

“Bu ne biçim hayat? Hep telaş, hareket içinde yaşamak. Sakin, rahat bir mutluluğa ne zaman kavuşacağım ben?”

Ben de bu isyana katılıyorum bazen.

Oysa Oblomov’un cümleleridir bunlar. Kendime getiriyor hatırlamak.

Miskin, ertelemeci, karar veremeyen, harekete geçemeyen, lüzumsuzluğun karakteri Oblomov.

Çünkü hayat dünyaya geldiğimiz andan itibaren bize tepside sunulan bir şey olmaktan çıkıyor. Bir yaşamak kavgası başlıyor.

Nehrin akışı, berraklığı, çakalların kovalanması, yılanların savuşturulması hep bizim kavgamızla gerçekleşiyor.

Hiç işlemediği bir suçtan müebbet alan Henri Charriere’nin otobiyografisi Kelebek romanını anarım sıklıkla.

Tutsaklıktan kurtulup yaşamak isteğini, sonsuz firar denemelerini ve inadıyla kurmayı başardığı hayatı.

“Bir yanda alçaklık, ruhsuz, ukala dümbeleği otorite, içgüdüsel ve düşünmeden tepki gösteren sadizm; öte yanda ben ve benim sınıfıma giren, çok önemli suçlar işledikleri halde çektikleri acılar sonucu tartışılmaz yetenekler kazanan insanlar. Bu yeteneklerin başlıcaları, acıma, iyilik, cömertlik, soyluluk ve yüreklilik.

İçtenlikle söyleyeyim, kürek mahkumluğu her zaman zindancılıktan yeğdir.”

Bu vasıflar kurtaracak bizi. İşlediğimiz önemli suçlar; gerçekleri söylemek, boyun eğmemek ve içimizdeki insanca yaşamak isteği.

“İnsan acı çekerken aşırı bir duyarlılığı oluyor.” diyordu Charriere, o duyarlılığı içine atmak ya da görev sayar gibi ortaya salıp çekilmek çare değil, Oblomovlaştırır insanı.

Yüreklilik gerek bize.

Yaşamak bizim için bir inat işi artık. Yaşamak kadar yaşatmak da.

Hep beraber Kalpsiz Bir Dünyaya İnat’ta 

“Bir araya gelmek, bizi boğazımıza yapışmakla tehdit eden siyasi gücü dizginleyen tek varoluş hali ya da eylemdir. Nefes almak istiyorsak hep beraber olmamız gerekiyor” diyor Ece Temelkuran.

Bizim zindancılara karşı birbirimize sokulmamız, safları sıklaştırmamız, cesareti kuşanmamız gerek.

Bir salgının tam göbeğinde bir de üzüntü ve umutsuzluk virüsüne yakalanmamak gerek.

Yaşamakta inat ettiğimiz her an kazanıyoruz, varoluşumuzu dayattığımız her an bir zafer.

Ölmeyin arkadaşlar, bunca kötülük içinde duruşumuz yeter.

Biz gencecik bir erkeğin ölümüne üzüldük, bir kadının katledilişine üzüldük, bir çocuğa tecavüzün hesapsız kalmasına üzüldük, biz hep üzüldük.

Tek sözüm bir başkası için kendi kendine üzülüp ertesi gün yeni bir üzüntüyle günü kapatanlara, hep aynı evde, hep kendi kendiyle, değiştirmek için el vermek yerine, üzüntünün rutininde aynen devam edebilenlere.

Tutunamayanlar’dan gelsin:

“Her gün yeni baştan yaşamak mümkün olacak mı dersin? Bir gün öncesine korkak bir bezirganlıkla sarılmadan yaşayabilecek miyiz? Yoksa, yarından korktuğumuz için, düne köle gibi bağlanacak mıyız? Yaşarsak göreceğiz Olric. Yaşamaktan korkmazsak göreceğiz.”

Ne zamanki üzüntüye süslü cümleler yerine şık tepkiler ve hareketler bulacağız, ne zamanki birbirimizle bir sokakta, bir saha çalışmasında, elimizde broşürle gezerken, bir dayanışma platformunda, bir parti kongresinde, bir sendika toplantısında karşılaşacağız, işte biz o gün derin bir nefes alacağız.

Biz bir arada olmak ve sözlerin ötesine geçmek zorundayız. Örgütlenmek zorundayız.

Örgütlü mücadele; bitirgen bir üzüntüyü işlevli bir öfkeye çevirmenin en iyi yoludur, sağaltır.

Gorki’den Mujik’e kulak verelim:

“Yaşamın üzüntü kaynağı olduğu; yaşamda kederden, ahlardan vahlardan, gözyaşlarından başka bir şey bulunmadığı doğru değil! Kederde bile ayrı bir soyluluk, aynı bir güzellik yok mudur? Yaşamın açtığı yaralar arasında insan hakları uğruna aydınlığa, özgürlüğe giden yolları genişletme uğruna verilen savaşlarda alınmış yaralar bulunabilir; inlemeler, ahlar vahlar arasında yenik düşmüş kahramanların soylu haykırışları neden olmasın? Bu haykırışlar alınacak öç için çağrı sayılmalıdır. Gözyaşı selleri arasında sevinç gözyaşları da vardır... Yer yüzünde yalnız alçaklar değil, mert insanlar da yaşama hakkına sahiptir; yeryüzünde yalnız iğrençlik değil; bir ışıltı, bir yücelik, büyülü bir güzellik de aranmalıdır. Yaşamda insan her aradığını bulabiliyor; ayrıca insanoğlunda, yaşamda bulunmayanı yaratma gücü vardır. Bu güç şimdilik yetersiz olsa da ileride artacağı yüzde yüz. Yaşamak güzeldir; yaşam mutluluğa, sevince doğru koşan görkemli, coşkulu bir süreçtir. Buna inanıyorum, inanmamak elimden gelmiyor. Zor yollardan geçtim geldim ben bu duruma... İçinizden hiçbiriniz benim tattığım acıları tatmamış, çektiğim üzüntüleri çekmemiş, uğradığım horlanmalara uğramamıştır! Hanginizin derisi sırtından diri diri koparıldı, söyler misiniz? Hanginizin göğsündeki yüreği neredeyse sökülüp, aşağılık heriflerin tükürükleriyle kirletilmediği kaldı? Bir keresinde döve döve sırtımda koca bir meşe sopası kırmışlardı da doktorlar etimden kırk yedi kıymık çıkarmıştı... Ama yaşam gene de güzeldir!”

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...