26 Eylül 2021 01:01

İki neslin Maslow uçurumu

parkta yatan öğrenciler

İzmir | Fotoğraf: DHA

PAZAR
Paylaş

“Daha dün
Yirmiydi yaşım
Vaktimi kaybettim ama
Sonuçta bana
Alında birkaç kırışık
Ve sıkıntı korkusundan başka
Kesin bir şey bırakmayan
Çılgınlıklar yaparak”

                           Charles Aznavur, Hier Encore

 

Son yılların klişe bir matematik hesabı: Bir çocuğa iyi bir eğitim aldırabilmek için 15 yılda yapılan masraf > mezun olduktan sonra ilk 15 yıl kazanabileceği maaşların toplamı.

Okutacağımıza bir ev alsak hayatı kurtulur çelişkisi sardı ebeveynleri.

Bunu aileme söylediğimde güldüler: “Biz seni okutmak için öyle bir para mı harcadık sanki?” dediler.

Koşulsuz şekilde evin en yakınındaki ilkokula gönderilen siyah Sümerbank önlüklü nesildenim. Sonra Anadolu lisesi ve devlet üniversitesi.

Memur bir ailenin çocuğu olarak, evde çift maaş olmasına rağmen ilk 1000 yedekten Cevizlibağ öğrenci yurduna yerleştirilmiştim. Torpilsiz.

4 bin 500 kişilikti.

Pek övülecek bir halde değildi. Annem ’70’lerde benimle aynı üniversitede okumuştu. Kendi yurduyla kıyasladığında halime üzülüyordu. Gençliğe verilen değer o zamandan beri azalan bir grafikte anlaşılan.

Dört kişi ufak bir odada kalıyorduk, banyo yapmak için sıcak su verilen gün ve saatlerde en alt kattaki hamama inmek gerekiyordu. Ekseriyetle de arıza çıkıyordu. Tuvaletlerde bulunan prizlerde pazardan aldığımız dandik, ufak su ısıtıcılarda su ısıtıp saçımızı yıkamaya, ıslak bezle de vücudumuzu silmeye çalışıyorduk. Ama işte akşamları yemekhanede, kantinde, bahçede karma halde sohbet edebiliyorduk. Gece acıkmalarında ekmek arası yumurtalı patates yiyebiliyorduk yanına kola içecek paramız da oluyordu.

Sonra öğrenci evine çıktım.

Yurt saatlerini baskıcı bulurduk. Reşit bireyler olarak 23.00’te yoklama vermek ağırımıza gidiyordu.

Öğrenci evi büyümekti, sorumluluktu, yetişkin olmaktı, özgürlüktü.

Ülkenin her ilinden gelmiş çocuklardık, çoğumuz burs alırdı, günübirlik işler de yapardık. Anketörlük, geçici tekstil işleri, defter-kitap tezgahları, işportacılık, şoförlük...

Bu ülke bir zamanlar güllük gülistanlıktı demeyeceğim çünkü biteviye meydanlardaydık “ana dilinde, parasız, özgür, özerk, bilimsel eğitim” istiyorduk.

Gözaltılara maruz kalıyorduk. Şiddet burnumuzun hep dibindeydi, emniyet, DGM, adliyeler o dönem de rutinimizdi.

Ama farklıydı. Çünkü biz yaşadığımızı hissediyorduk. Bizim elle tutulur, gözle görülür bir umudumuz vardı. Hayallerimiz ve planlarımız vardı. Bazılarına devlet bedel ödetiyordu ama bu bedelin süresi, çapı genelde öngörülebiliyordu. Şöyle diyelim: Avukatlar çıkabilecek cezayı üç aşağı beş yukarı bilirdi. Şimdilerdeki gibi tespitleri “Ama tabii ne olacağı belli olmaz” diye bitmezdi. İstisnalar elbette vardı ama sair bir eylemden de tutuklama pek çıkmazdı. Bir nebze hukuk vardı.

İstanbul Üniversitesi Tunaya Amfisindeki anayasa derslerinde oturacak yer bulunamıyordu zaman zaman. Televizyondaki tartışma programlarını unutun, hası orada yaşanırdı.

Bir forum edasında geçerdi dersler. Kürsüde alanında en yetkin isimler.

Konuşuyorduk, tartışıyorduk. Akademi aslında böyle bir şeydi.

Yemekhanede 3 gün üst üste hububat yemeği çıksa binlerce öğrenci yürüyüşe geçiyorduk. Yemek düzeliyordu. Öğle yemeği 2 bin 500 TL idi. Demir paraydı.

Biraz kıyaslama yapalım; asgari ücret 45 milyon civarıydı. Devlet tiyatroları Taksim Sahnesinden o yıllardan bir bilet buldum: İndirimli 200 bin lira.

Şu an indirimli bilet 18 TL.

Yani bir zamanlar asgari ücretin 225’te biriyken şimdi 157’de biri. Oyun sayısı ise oldukça azalmış ha keza kadrosu da.

O zamanlar kiramız 15 milyondu. Asgari ücretin üçte biri. Şimdi İstanbul’da 940 liraya üniversitelere yakın ev bulan beri gelsin.

Biz burslarımızla okuyorduk, yurtta kalıyor, öğrenci evi tutuyor, besleniyor, kantinden günde 5-6 bardak çayımızı içiyor, devlet tiyatrolarına, ayda bir iki sinemaya gidiyor, hafta sonlarımızı Beyoğlu’da geçiriyorduk. 

Günübirlik işlerden kazandıklarımızlaysa geziyorduk. Haydarpaşa’dan bilet alır, yemekli vagonda çilingir sofrası kurar, sohbet ederek Ankara’ya, ODTÜ’ye arkadaşlarımızı ziyarete giderdik.

Ya da çok istediğimiz konserlere harcardık, Beyoğlu’da bir mekanda Cem Karaca’yı canlı dinlerken gözlerim dolmuştu zevkten bir keresinde.

Hayal Kahvesi ve Kemancı’da sadece konser değil tiyatro ve stand-up gösterileri de olurdu. Kaçırmazdık.

Öğrenciyken taksi bile kullandığımız olurdu. Öğrenciye gece tarifesi açılmaz gibi pazarlık konuları vardı. 

Hasılıkelam; bize bir hayat vardı, kimse de bunu çok görmüyordu.

Gençtik, eğlenecektik tabii, merak edecektik, gezecektik, sabahlayacaktık, çalışacaktık, sorgulayacaktık. Hakkımızdı ve bu haklarımız genel bir kabuldü.

Eline, diline dursun diyen olmazdı. Gençlik hareketi bu ülkede hiçbir zaman sadaka istemedi.

Halil Cibran’ın Kırık Kanatlar romanında geçiyordu:

“Yaşlı insanlar, bir yabancının ülkesine geri dönmek istemesi gibi, gençlik günlerini hatırlamaya bayılırlar. Bir şairin en güzel şiirini okumaktan zevk duyması gibi, onlar da çocukluk anılarını anlatmaktan büyük bir haz duyarlar.”

Anılara dalıveriyor insan.

Ömrümüzün en güzel zamanlarıymış, üzerinden zaman geçtikçe anladık. Ve bulunduğumuz yerden bakınca da kendi gençliğimizden çok ardımızdan gelen gençliğe yanar olduk. Hayatı ve haklarını savunuyorlar, bizim savunduğumuz değerlerle aynı. Ama bizim savunma sathımızın çok gerisine düştüler, biz elimizde tutamadık o kazandığımız basamakları. Ne kampüslerdeki festival havası kaldı ne o efsane eğitim kadroları ne de geleceğe dair plan yapma şansı.

Şimdi yurtsuzluğu protesto için sokakta yatıyorlar, il il büyüyor bu hareket.

Dayanışma için evlerini açmayı önerenler var, dayanışma yaşatır ama öğrencilik yabancı birinin kapısını açtığı evine sığınarak da olmamalı.

Sokakta yatma eylemleri tek başına yurtsuzluğu değil Maslow Piramidinin en altındaki barınma ihtiyacı nezdinde gençliklerinin ellerinden alınmasını da protesto ediyor.

Maslow’da sıralama güvenlik ihtiyacı, ait olma ve sevgi ihtiyacı, saygınlık ve kendini gerçekleştirme diye yükselir.

Sürekli tehdit edilen, “Siz bilmezsiniz” nasihatları çekilen, liyakatsiz, adaletsiz, parasız, neşesiz ve geleceksiz bırakılan, bir cep telefonu bile çok görülen, okullarının içi boşaltılan, tüm fırsatları ellerinden alınan ve ebeveyn sırtında bir yük gibi hissettirilmeye çalışılan gençlerin, piramidi dibinden patlatışı bu.

Bize düşen ne soruna geçici, afaki, bireysel çözümler üretmek ne de akıl vermek.
Zira yaş almış aklımız işe yaramış olsaydı, bugün çocuklar taşta yatmazdı.
Bundan sonra top ayaklarında, mikrofon ellerinde olsun. Ne derlerse ne isterlerse başımız üzerine.
Gel derlerse gelir, yürü derlerse yürürüz, çay derlerse demleriz.

Yaşadığımızı yaşatamadık, borcumuz var.

Annem kendi gençliğini anlatırken eseflenirdi, benimki öyle güzel geçemiyor diye, şimdi ben esefleniyorum kendi gençliğimi anlatırken, bir adım ileri taşımaya çalıştığımız gençlik 20 yılda 100 yıl geriye gitti derken. Güzel gençlik anılarımı baskılıyorum, hak geçti hissi çörekleniyor anarken.

Falih Rıfkı Atay’ın satırlarıydı:

“Hatıralar, gençlik hatıralarım! Sanki oraya kapanıp kalmışlar da kapıyı açınca neşeli mektep çocukları gibi birer birer dışarı fırlayacaklar, boynuma sarılacaklar!”

İşte bu nesil özgürleştiğinde, bizim de anılarımız neşeyle fırlayacaklar maziden.

Onlar gerçekleştirirse bizim de hayallerimiz vücut bulacak.

Bu nesle güveniyorum.

Belagatlerine bayılıyorum, mücadele güçlerine inanıyorum, açtıkları yolda yürümeye hazırlanıyorum.

Direnişleri çok güzel, gözlerinden öpüyorum.

Eğer sözlerini dinlemezsek, sonumuz bir Ömer Hayyam şiiridir:

Geçip gidiyor o asude gençlik çağı
Unutmak için dikiyorum kafama şarabı.
Acı mı geldi? Böylesi gider hoşuma
Ömrümün ağızda bıraktığı tat da acı.

Direngen bir pazar dilerim, gözlerimiz çakmak çakmak, nabzımızda gençlik kanı.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...