19 Eylül 2021 00:50

Yuvası bozulanlara, alıp da başını gidesi gelenlere…

Fotoğraf: Unsplash

PAZAR
Paylaş

“Keder kuşlarının başının üzerinde gezinmesini engelleyemezsin ama saçına yuva yapmasına mani olabilirsin.” Çin Atasözü

Son aylarda güzel okudum.

Tüller açık camda uçuşurken, yarın beni bekleyen işler yokmuşçasına, kanepede bir o tarafa bir bu tarafa dönerek, saati göğün renginden tahmin edecek kadar kendimi hayattan koparıp kitaba verdiğim günlerde, ancak içinde böyle zaman geçirebildiğimde evimi yuva gibi hissettiğimi fark ettim.

Bir evi yuva yapmak nasıl bir şeydi? Eşyaların yerini elinle koyduğun için ezbere bildiğin, sokağın sesinde ya da evin sessizliğinde uyumaya alıştığın, duvarında seni anlatan resimler, anısı olan nesnelerle kavuşmanın mutluluk verdiği yerdir yuva.

İster güler yüzle bir karşılayanı olsun isterse dingin bir yalnızlık sarmalasın insanı, yuva huzurdur, hayatın tüm sillelerinden kaçış yolu, sana ait bir sığınak.

Peki bir ülkeyi memleket yapan neydi?

Kökler mi sadece? Çocukluk hayallerinin yeşerdiği yer, kurallarını ve kuralsızlıklarını bilmenin getirdiği güven, tanıdık şehirler, sokaklar ve gördükçe canlanan anılar. Mutfağın, kitapların, alışkanlıkların, arkadaşların, ailen, sokakta kulağına çalınan ezbere bildiğin şarkılar, başını hatırlayınca gerisi kendiliğinden gelen şiirler, yaprağından tanıdığın ağaçlar, el birliğiyle yeşertilmiş bazı değerler, erdemler, etik duvarlar, tanış olmaktan öte parçası olmak.

“Ev bulunur ama benim yuvam gitti” dedi bir arkadaş geçenlerde. Çıkarmış ev sahibi 12 yıllık kiracısını. Bir boya badana, iki katına verilecekmiş ev kiraya.

Yeni bir kiracı bulunur elbet ama köşesini sevdiği için tavana kadar uzayan Areka ve Benjamin saksıları ne diyecek bu işe?

Yeni kiracı hatalı vavieni düzgün kullanıp salon ışıklarını açabilecek mi? İhtiyaca ve beğeniye göre değil mutfaktaki boşluğa göre seçilen buzdolabı ne olacak?

Kolay mı bir evi yuva yapmak öyle bir anda? Kapı girişine asılan, her biri ayrı bir antikacıdan toplanmış askıların uyumla yan yana gelmesi kim bilir kaç sene sürmüştü?

“Bak, işte memleket dediğimiz yer de burası” dedi bir arkadaş da. İstiklal Caddesi’ndeydik. Bir zamanlar odamıza asmak için afiş aradığımız Atlas Pasajı’nda altın renkli kahve fincanları ve hediyelik lokum satıyordu birileri, işporta pabuçlar, taklit marka tişörtler ve bangır bangır müzik, uğultu. İstiklal’in kendiliğinden oluşan gidiş ve geliş yönü vardı. Meydana doğru gidiyorsanız sağdan gidilir, Tünel’e inenler solunuzda kalır. O bile keşmekeş olmuş, omuz atan bir özür bile dilemiyor.

40 milletten insan gezdirmişimdir İstiklal’de hepsinin sözü aynıydı: “Ömrümde 24 saati aynı coşkuyla yaşayan böyle bir yer görmedim.”

İstiklal şimdilerde kesik kesik, hızlı hızlı yaralı bir hayvan gibi soluyor.

Birer kahve içmek istedik, 10 sene önce o fiyata fiks menü rakıya giderdik.

Gideceğim dedi, vermiş kararını. Kırkından sonra bilmediği bir ülkede yeniden başlayacak.

Sezen Aksu’dan bir şarkıya girdim

“Gel haydi yine bir daha dene

Belki olur bu son deneme

Hiç düşündün mü ne zor anlatmak

Kendini yeni birisine”

Güldü. Dedi ki “Kendimizi anlatabildik mi ki burada? Yeterince zorlanmadık mı?”

Bu yaz okuduğum kitaplardan biriydi Türker Armaner’in “Tahta Saplı Bıçak”ı. 1979’un bir yaz gününü anlatıyordu. O tek bir günde bu memlekete dair pek çok şeyi anlatıyordu.

Ana karakterlerden biri, 1939 yılında Almanya’ya eğitim ve nasyonel sosyalizm ile ilgili rapor hazırlaması için gönderilen üniversiteli bir kadındı.

O döneme göre çok olası, 19 yaşında bir kadını akademik vazifeyle yurt dışına göndermek, hem de oldukça riskli dönemde. Aynı hikaye 2021’de geçemiyor diye düşündüm. 20 yılda ne kolay unvan dağıtılmış, evrime inanmayanlar tıp fakültelerini yönetiyor. Akademinin büyük kısmının pasaportuna el koydular, çıkamıyorlar. Çıkan da geri gelemiyor.

Evrim Kuran’ın yeni kitabı “Onlar Göçtü Buradan”ı okudum. Bu ülkeden kimlerin, neden göçtüğünü anlatıyor, verileriyle ve kendi hikayesiyle harmanlayarak.

Geri dönüş mitinden de bahsediyor.  Göçenlerin, dönebilmeye dair inançlarını koruması ve bununla motive olması hali. Ravenstein’ın göç kanunlarından bahsediyor: Göç edenlerin yerini başka göçmenler doldurur.

O güzel insanlar o demir kuşlara binip gittikçe, İstiklal de gidiyor, Kadıköy de sahiller de, sanat da, bilim de.

118 ülkenin 728 kentinde 3 bin 253 katılımcı ile Türkiye’nin yeni göç nesline dair bir araştırma yapmışlar. Gitme nedenlerinde ilk üç sırada ekonomi, ülkenin siyasi iklimi ve iş olanaklarının yetersizliği var. Yaşadıkları ülkede mutlu olmalarının ilk üç nedeni ise; özgürlük/demokrasi/insan hakları, ekonomi, sakin ve huzurlu ortam.

Bunu şöyle okudum: giderken belki ekonomik nedenler başı çekiyor ama bir yere göçünce de insan kaybettiği şeyi buluyor, hatırlıyor, ona sarılıyor, yani ekonomi ikinci sıraya düşüyor, özgürlük/demokrasi/insan hakları ilk sıraya yükseliyor.

Haklarımız ve özgürlük bize unutturulmuş.

Toronto’da yaşayan 1992 doğumlu genç bir kadının hikayesinde şu cümle geçiyor: Ev benim için hiçbir yer değil artık. Ortada uzayan bir boşluğun içindeyim.

Stockholm’den 1985 doğumlu bir anne ise, “Mutluyum diyemem ama Türkiye’dekinden daha az mutsuzum” diyor.

Buralardan gitmeyi düşünen arkadaşıma kitabın son sayfasından bir cümlenin altını çizip gönderdim:

“Kendimize, sözümüze, toprağımıza, birbirimize yabancılaştıkça derinleşen yalnızlığımız gurbet. Yani gurbet, epeydir içimizde.”

Sonra da İTÜ mezuniyetinde Umutcan Ay’ın yaptığı konuşmayı yolladım. Ben demiyorum, gençler diyorsa kalıp kolları sıvayalım diye, bir kulak verip dinlemek lazım.

Gurbete gitmek içindeki gurbet hissini katlayacak sadece dedim.

Yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik gibi. Burası bir zamanlar Nazi Almanya’sından kaçan akademisyenlere kapısını açan ülke.

Prof. Dr. Gerhard Kessler ilk sendikanın kuruluşunda yer aldı.

Eduard Zuckmayer, P. Hindemith ve C. Ebert ile birlikte Ankara Devlet Konservatuvarını kurdu.

Mimar ve Şehir Planlamacısı Bruno Taut bu ülkede ömrünün yettiği 2 yılda onlarca okul projesi hazırladı ve Ankara Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Binası onun projesine göre inşa edildi. Ve daha nicesi geldi, üretti, gitti.

Aydınlanmayı bir başka toprağın aydınlarının desteğiyle başarmışız bir zamanlar, kendi aydınlarımız yetişene kadar. Şimdi yetişmiş aydınımızı dünyaya savuruyoruz, kalmışız karanlıkta. Uzak ülkelerdeki zaferleriyle gıyaplarında gurur duyuyoruz, hakkımızmış gibi.

Belki kendi toprağında mülteci ya da gurbette hissetmektir yaşadığımız, bizi anlayan, anlatan, tanımlayan ve sırt dayadığımız ne varsa bir bir gitmiştir elimizden.

Yuvasız kuşlar gibi kalmışızdır belki, tedirgin.

Ama inanıyorum ki gidenlerin çoğu bu ülkeyi yeniden yaratma sürecinde o aydınlanmanın bir parçası olma heyecanıyla dönecekler geriye. Kendi sürgünlerine yeniden kapısını ardına kadar açacak bu ülke. Bir aydınlanma çağına gireceğiz. Hele şimdi gidilir mi, işin en heyecanlı yeri

Akın Olgun’un El Alem kitabında, aynı adlı öykünün ilk cümlesiydi:

"Düşlerinizi kimsenin kırmasına izin vermeyin. Kırılmasına izin verdiğiniz her düş, mutlaka ayaklarınıza batar."

Toplasın tası tarağı keder kuşları, dağılacak yuvaları, asıl onların göç zamanı.

Gücümüze bir bakın, biz kitap okudukça, şahsen kitabın özetini dinlemeyi savunanlar bile kitap yazmak zorunda kalıyor.

Yuvayı baştan yapmak vaktidir.

Gidenler düşlerimizin aydınlığına kapılır, illaki geri gelir.

Bu memleket bizim.

Güzel okumalarla dolu bir pazar dilerim.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...