25 Temmuz 2021 00:50

Halk plaja akın etti, vatandaş denize giremiyor

Fotoğraf: AA

PAZAR
Paylaş

Bir uzun bayram tatilinin daha sonuna geldik.

Yazlık beldelere gidenler kilometrelerce uzayan ve hiç akmayan trafikle sınandıktan sonra bir de fiyatlarla yüzleşip hezimet yaşadı. 

1 haftalık mutfak masrafı bir akşam kurulan sofranın hesabına yatırıldı; hiçbir manzarası olmayan, konfordan uzak, rutubetli pansiyon odalarının üç gününe 1 aylık ev kirası bedelleri ödendi, hesaplar boşaldı, kredi kartlarının limitleri doldu. 

Sayfiyede yaşayanlarınsa akın akın gelen insanlar yüzünden tadı kaçtı, “Bu ne kalabalıktır” sitemleri arşa vardı.

Bu sitemlere yanıtlar da sert oldu; “Hep siz mi tadını çıkaracaksınız, açılın biraz da bütün yaz ter içinde işe gidip gelmekle uğraşanlar eğlensin” denildi.

Neticede bin yılın klişesi yine yaşandı: Halk plaja akın etti, vatandaş denize giremedi.

Kime nasıl kızacaksınız; herkes kendince haklı. Esnaf, ‘Pandemi zararını en hızlı nasıl telafi edecek’ hesabında, belki yarın yine kapanırız diye ilk bulduğundan ne koparsa ona fayda.

Hizmet kalitesi düştü deseniz yanıt hazır: Ee bu kadar insanı kolaysa gel sen ağırla.

10 günlük bir tatili koca bir millet birbirine zehretmeyi başardı.

Vaka sayıları da korkunç boyuta ulaştı. Hakkımızda hayırlısı diye bir şey yok bize. Yolun sonu hep mezbele.

Ben de uçağa bindim çok uzun aylar sonrasında.

İnsan heyecanlanıyor gerçekten de. Onca zaman evden çıkmadıktan sonra bir yerlere gidebilir, gelebilir olma hissi işte.

Uçak iniyor, daha tekerler hareket halinde. Birileri hemen atıyor kendini koridora, başkasının başının üzerinde duran çantasını almak üzere açıyor kapakları, hiç demiyor kimse kimseye, “Afedersiniz, rahatsız ediyorum” diye.

Uçak gece uçağı. Sanmam 1 kişi bile bir toplantıya yetişmeye üzere iniyor olsun uçaktan.

Belki birkaç yolcunun kaçırmaması gereken transit uçağı vardır geri kalan herkes aynı durumdadır. Ama illa ilk inen olmak istiyor herkes. Hiç yorulmadan hemen ve ilk inmek istiyor.

Tıklım tıkış uçak koridorundan, birbirimize çarpa çarpa iniyoruz. “Cık, cık, cık” çeke çeke insanlar birbirini yargılıyor oysa herkes aynı davranışı sergiliyor.

Kendini koridora ilk atanı da en sona kaldığı için sinir olanı da uçağın altında aynı otobüs bekliyor.

Otobüsün kimseyi almadan gitmesi söz konusu değil ama omuzlayarak, itişerek, ikişer ikişer, tepişerek biniliyor kapısından. 

Bu sefer orada başlıyor insanlar birbirine bakmaya: “Keşke şurayı ben kapsaydım, çantayı da yere değil şu yüksek kısma koyardım. İki dakika önce davransaydım, şu cama ben yaslanırdım.”

Otobüsün seyahati uçak ile bina kapısı arasında üç dakika sürüyor oysa.

İnerken yine bir “İlk inme” telaşı.

Sanırsınız herkes cerrah, hastaları anesteziyi almış, kesi atılmış yatıyor ameliyat masasında.

Öyle bir heyecan ve acele herkeste.

Koşuyoruz pasaport kuyruğuna. Sanırsınız ilk yirmi kişiyi alınca sınırı kapatacaklar.

Sırayı hizaya sokmak için kurulmuş metal koridorda birbirimize makas atarak sollamaya çalışıyoruz.

Oysa az ileride hepimizin bagajı aynı banttan gelecek.

Bir kadın diyor ki, “Bak bak bu da öğretmen olacak, nasıl da çocukları peşine takmış yara yara gidiyor cık cık cık cık.”

Bu dediği genç milli sporcular, öğretmen dediği antrenörleri, üzerlerinde Türkiye forması var, diplomatik belgesi olanların bölümüne geçmeye çalışıyorlar. Ayrıcalık olacaksa gerçekten hakkı olan belki de bir tek onlar aslında.

Buraya kadar çetin bir mücadeleden çıkıp gelen herkes, istisnasız aynı şeyi konuşuyor: “Bizim sıranın memuru yavaş, bak şu kısım ne kadar hızlı akıyor.”

Keşke yandakinde sıraya girseydik burası hiç ilerlemiyor.”

Bu esnada o akmayan sıraların birinden, elinde pasaportu ayağında terlikleri ile bekleyen birini, havaalanı polisleri gelip alıp gidiyor. 

Ensemdeki tüm tüyler dikeliyor, sırtımdan aşağıya soğuk bir ter damlası akıyor.

İlk kez o an önümdeki herkesi ittirip oraya ulaşmak istiyorum. 

“Sizin için arayabileceğim biri var mı? Yardımcı olabileceğim bir şey var mı?” demek istiyorum.

Bütün sıra “Cık, cık, cık, cık, cık… Böyle de olmaz ki? Herkes geçti gitti, biz kaç dakikadır bekliyoruz, hadi kardeşim hadi.”

Kimse iki yanında polisle havaalanından gözaltına alınan insanın ne yapacağını düşünmüyor, olağanüstü bir durum yaşandığını idrak etmiyor, sadece bir an önce o sıradan çıkmak istiyor.

Bütün cık cık tayfayla beraber bu sefer valiz bekliyoruz. Herkesin valizi en önemlisi, kendilerininki sanıp el attıkları bagaj, kendilerinin çıkmayınca, öylesine savurmakta beis görmüyor hiç kimse.

Boğazım kuruyor artık. Bir haftadır sıkmadığım dişlerimi yeniden sıkmaya başladığımı hissediyorum.

Kendi ülkemde cesaret edememiştim bayramda halktan biri olarak vatandaşla tatil yapmaya.

Balkanlar açıktı, vize yoktu, fiyatlar korkunç kura rağmen Datça’dan, Bodrum’dan, Antalya’dan çok daha uygundu.

Bir sınır aşmak, kafamdaki pek çok bariyeri aşmak gibi geldi, kalkıp gittim; malum son zamanlarda insanın usunu dürtüp duruyor yaşadıklarımız: Ölümlü dünya.

Bu ülkenin çok ihtiyacı olan, itişerek öne geçmek yerine acelesi olana yerini veren, geçtiği kapıyı ardından gelene çarpmasın diye tutan, yer kapmak için değil yer açmak için çabalayan pek çok insanımız saçıldı dünyanın dört bir köşesine. Onlardan biri ağırladı Balkanlarda.

Rahat edelim, tat alalım, hiç yorulmayalım diye kendini yorup durdu.

Telefonu açınca baktım sorunsuz varıp varmadığımı merak etmiş ve eklemiş:

“İstanbul’un derinliklerine dal ve girdap çalışsın.”

Girdap çoktan çalışmıştı, taksiciye seslendim: Lütfen benim dediğim yerden gidin, sizin dediğiniz rota 15 kilometre daha uzun.

Yabancı filmlerde, terapistler ana karakteri karşısına alıp şöyle derler: Unutma, sen önemlisin ve özelsin.

Bizim filmimizde buna yer yok çünkü herkes kendisine fazla önemli, fazla özel.

Asıl bağırmamız gereken: Senin beş dakikanın artık hiçbir önemi yok çünkü milyonlarcamızın onlarca yılını çaldırdık.

Kendimizi gündelik çakallıklardan, taksicinin yolu uzatmasından, lokantanın hesabı kilitlemesinden, büfenin para üstünü eksik vermesinden, birinin sıraya kaynak yapmasından koruyalım derken bu çarkın parçası olmuşuz, kimi çark büyük dönüyor kimisi üç kuruşluk.

Misafirperverliği ile nam salmış bir toplumdan kınadığımıza; koca bir çakal sürüsüne dönüştük.

Kendine ufacık bir ayrıcalık isteyen herkes bir ilmeği söküyor aslında. Başkasından sıradaki yerini çalıyor, zamanını çalıyor, kabalığını getirip başkasının neşesinin üzerine koyup eziyor.

Çıkarcılık salgınlardan hızlı yayılıyor, bencilliğin aşısı yok, huya dönmüş mutsuzluğu iyileştirmek zor.

Herkes kendince haklı, herkes meşrebince zalim.

Oysa kurtuluş yok tek başına, işte hep beraber çürüyoruz için için.

Balık baştan koktu da biz ayaklar kendimizi o çürümeden koruyabildik mi?

Keşke gündelik, bireysel ufak çıkarlar yerine hep birlikte en çok memleketi, medeniyeti, nezaketi önemseyebilseydik, sazlar gibi eğilir ama kırılmaz, dik durmayı başarabilirdik.

Bu pazar dilerim birilerine ufacık bir jest yapma şansı bulursunuz.

Bazen gülümsetmek, gülmekten daha şifalı insanlığa.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...