25 Nisan 2021 00:27

Güneşi doğurmak ya da doğumunu beklemek üzerine

Gün doğumu ve başak

Fotoğraf: Pixabay

PAZAR
Paylaş

’90’ların sonunda İstanbul Üniversitesine Siyasal’a girdim.

Diplomasiyi ve siyaset bilimini seviyordum. Diplomat olmayı istiyordum doğruya doğru. 

Anadolu’nun dört köşesinden gelmiş çocuklardık. 10-12 kişilik hanelerden çıkmış, liseye devam edebilmek için günde 6 kilometre yol yapmış, köylüsü, taşralısı, kentlisi, kimiyse aileden İstanbullu, zengini, fukarası her çeşit insandık.

Ama hepimiz bir şekil emeğimizle, çalışarak ya da zekası yettiği için oradaydık.

Bir imkan vardı yani herkes için, okuyabilmek imkanı. Sınav sorularımız o sene çalınmamıştı.

Türkçeyi ağır aksanla konuşsa da mükemmel diplomatik çeviri yapan arkadaşlarım vardı, uluslararası sularda çıkan çok uluslu bir gemi krizini Sherlock edasıyla üç dakikada çözenler, karşılaştırmalı siyasal sistemler dersinde 1800’lerin ABD’sinden anekdot aktarabilenler, makroiktisat sorusuna beş farklı yaklaşımla yanıt verebilenler...

Tunaya amfisindeki kimi dersler o dönemlerin Siyaset Meydanı programına rahmet okuturdu.

O zamanlar etrafımdaki çoğu insanı zeki ve bilgili bulurdum. Kiminle konuşsam ufkum açılırdı biraz, muhakkak bir şeyler öğrenir ya da kendimi bir şeyleri sorgular bulurdum.

Edebiyat konuşur, kitapları birbirimize ödünç verir, müzik dinler, kasetleri değişir, amatörce tiyatro ya da dansla ilgilenirdik. Her arkadaş grubunda en az 1-2 kişi enstrüman çalabilirdi. 

ABT’de oyunlar izler, Şehir ve Devlet Tiyatrolarını takip eder, düzenli sinemaya giderdik. Tobav’a da girer çıkardık öğrenci halimizle. Akşamları canlı müzik dinlerdik Beyoğlu barlarında.

Üç ayda bir yatan bursla Aksaray alt geçitten alınmış fitilli kadife pantolonlarımız ve kalın tabanlı botlarımızla hiç de sakil hissetmezdik buralarda. Bizim içindi her şey. Bir hayat vardı ve biz o hayata açtık, tıka basa yaşıyorduk sanki.

 

2001 krizinde mezun oldum. Diploma pek bir işe yaramadı. Zaten devletin kolluğundan ilk tekmeyi yediğimde anlamıştım diplomat falan olamayacağımı.

O çok zeki, o çok pırıl pırıl arkadaşlar da GBT’ler ya da nüfusta yazan kütük yüzünden ileriki yıllarda elendiler mülakatlarda. 

Bir kısmı hak ettiğinin çok altı kademelerde kamuda görev almayı başardılar ta ki KHK’lere kadar.

Daha hiçbir titri yokken, araştırma görevlisi bile değilken uluslararası makalesi yayımlanan arkadaş doçent bile olamadı mesela.

Cemaat ele geçirdi kurumları, sonrası da bildiğiniz gibi AKP iktidarı. 

Özel sektör kaptı cevval çocukların bir kısmını ve o pozisyonların maaşı, sözünü biraz sakınma şartı koydu önlerine.

 

Bu iktidar bizim kamudaki işimizi engelledi belki ama gücü eğitimimize yetmemişti. İyi yetiştik.

Şimdi neredeyse tek bir çocuğun bile dershanesiz iyi bir okul kazanma, iyi dereceyle bitirip iyi bir mevkiye gelme şansı kalmadı.

Zaten pek öyle bilimsel eğitim de kalmadı..

Bizimkiler doçent olamadı ama hatasız Türkçeyle bir tek cümle yazamayanlar bile profesör oldu.

Bizden sonrakiler, onların elinde okudu çoğu yerde.

 

İşte bu adaletsizlik yüzünden belki Boğaziçi’de, ODTÜ’deki rektör atamaları çıldırttı hepimizi. Dişçinin ince uçlu metal aleti, kanal tedavisinde tam sinire geldiğinde insan bir hoplar ya hani, aynı öyle oldu.

Neden anlattım bunca şeyi; Yeni Aile Bakanı yüzünden, dönen sivri bir metal gibi batıyor sinir uçlarıma, ekrana, sosyal medyaya her düştüğü an.

 

Sadece Fethullah’ı övdüğü tweetleri önüme düştü diye değil, hangisi övmedi ki zamanında?

Sadece Ensar savundu diye de değil, olay soruşturulmasın diye oy kullanıp tebrik sırasına girdiklerini gördük zaten.

 

Ama 23 Nisan Günü, bir çocuğu kameralar önüne çıkarıp, ramazan dolayısıyla çay ve çikolata ikram etmediğini açıklayacak ve onca insan önünde koruma yurdundan geldiğini ifşa edecek kadar yaptığı işe ters düşen tavır, onca şey içinde yumru gibi oturdu içime.

Bakanlıktan kadının adını çıkarıp tüm kadınları da o aile kavramının içine hapsetmeye çalıştıkları şu dönemde, çocuklarımızın da yeniden böyle ellere emanet olduğunu düşünmek mahvediyor.

Bu insanların tüm kariyerleri sadece ve sadece AKP’nin kurum ve kuruluşlarında, derneklerinde vakıflarında, tek bir bağımsız duruşları, başarıları, kariyer çizgileri yok.

Kadroları da kalmadı, krala yaslanan düşüyor sırayla, görevden af istemeler, şükranla gelip kendi gönül borcunu bizim cebimizden ödeyip, şükranlarla ayrılıyorlar koltuklardan.

Asıl kriter biat olunca maruz kaldığımız durum ortada.

Oysa bu ülkede şu an memleketin her bir açığını; ekonomi, sosyal politikalar, yargı vs. toparlayabilecek insanlar var. Pilav satıyor, çay servisi yapıyor, ahşap oyuyor, tezgahta duruyor ya da kitap çeviriyorlar evlerinde ama direniyorlar bir şekil, bir gün devran dönecek diye. Dönmeli de, onların yaşadığı adaletsizliğin bari yüzü suyu hatırına.

 

Giacomo Papi’nin Radikal Şıkların Sayımı kitabı, bir radyo konuşması yüzünden devletin ve medyasının entelektüel birikimiyle halkı aşağılamakla suçladığı profesörün ölümü üzerinden, siber zorbalığı, baskıcı iktidarın şakşakçılarını, ötekileştirmeyi, kutuplaştırmayı anlattığı bir roman. Distopik ama yine pek çok distopik romanda hissettiğimiz gibi: İçinde yaşıyoruz bir şekilde.

 

İşte o kitapta Papi diyor ki: “Cehalet, artık sadece içinde bulunduğumuz bir durum değildir; bu çağda cehalet bir seçimdir.”

Cehalet bu dönemde en kârlı şey, kolay ve acısız. Tek derdi: İnsanı kirletmesi.

 

Henry David Thoreau ise Walden’de şöyle yazmıştı:

“Emekten sonra bilgelik ve saflık gelir; tembellikten sonra ise cehalet ve şehvaniyet. Öğrencide şehvaniyet, zihnin tembel bir alışkanlığıdır. Kirli bir insan evrensel olarak üşengeç; ocağın yanında oturan, güneş ışıklarını yatarak karşılayan ve yorgun olmasa da yatan biridir.”

 

Bugün cehaletten rahatsız olduğunu beyan eden, emeğimize çöreklenen, bizi nefessiz bırakan, çocuklarımızı hakir gören bu anlayışa karşı, güneş ışıklarını yatarak karşılayan biri de cehalet saflarına geçmiştir. Kirlenir insanlık.

 

Mücadele topyekün, yan yana, omuz omuza ve firesiz olmalı. Kimse siyasi omurga sınavına girmesin dilerim, çocuklarımıza bir hayat verebilmekten, kadınları şiddetten, yoksulu intihardan korumaktan daha sağlam omurga mı var şu an?

Ne geçmişin siyasi polemikleri ne liderlik yarışında kişisele dönen husumetler ne ideolojideki çizgiler. (Siyasal İslam ve bu iktidarla kesişmiş olmayı hariç tuttuğumu belirtmek isterim, bu oldukça kalın ve kan kırmızı bir çizgidir, geride bıraktığımız mezarlara bakınca.)

Memleket üzerimize çökerse, tarih müsebbibleri listelediğinde bu ayrışmaların haklı sebepleri kimseye bir teselli olmayacak. Bir önemi de kalmayacak.

 

Duyduklarına, gördüklerine maruz kalma yorgunluğu, mücadeleninkinden daha çekilesi değil. Üstelik yattığın yerden izlemek seni de bir cehalet çizgisine çekiyor, kirletiyorsa, güneşi izlemek yerine güneşli günleri ellerinle doğurmayı tercih edersin umarım arkadaşım.

Çünkü ancak o zaman diyebileceğiz:

“Akın var güneşe akın, güneşi zapt edeceğiz, güneşin zaptı yakın!”

Bir arada, hep birlikte emeğin kazandığı 1 Mayısları bu ömürde görebilmek, Taksim’de yeniden ve içten kutlayabilmek dileğiyle...

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...