28 Kasım 2020 23:18

Umut dürtünce…

İstanbul'da 25 Kasım eylemi.

Fotoğraf: Evrensel

PAZAR
Paylaş

Kaç pazardır hep öfkeyle oturuyordum yazının başına.

Öyle bir kaset koyup da neşemizi bulacak gibi değil ortamlar. Vaka sayısında rekora koşarken bir yandan da bir günde milyonlarca işsiz yaratan önlemlerle boğuşuyoruz. Birbirimizden başkasına güvenmemeyi öğrendik 20 yılda. Birbirimize gücümüz yetecek mi, kaldı mı o kadar bilemiyoruz.

Öte yandan bende bir umut vardı, böyle derinlerde yatar, pek sessiz kalamaz, arada “Ben buradayım” der, bir yoklardı.

İşte şimdilerde o umut nabzımın oraya kadar tırmandı. 

“Bunlar seçimle gitmeyecekler” demiyordum. Yerelde nasıl gittilerse, iyi bir örgütlenmeyle genelde de giderler diyordum. İş ki örgütlenebilelim. Öte yandan doğabilecek şiddet ortamından, silahlandırılan bekçilerden, bazı ocaklardan, komşularına ölüm listesi hazırlayanların bunu anlatmaktaki pervasızlığından ben de korkuyordum.

Ama şimdi bakıyorum, iktidar partisi 20 yılda yaşamadığı sarsıntıyı yaşıyor. Bir zamanlar, “Bakara makara” krizi patlamasına rağmen bakanını yedirmeyeceğini göstermek için ilk balkon konuşmasında yer veren, kol kırıldığında hep yen içinde tutan bu ekip feci halde çatırdıyor. Büyük büyük lanse edilen, üzerine yatırım yapılan, önü açılan kimler varsa, yenilerden, eskilerden fark etmiyor, sapır sapır dökülüyor. Dökülenlerden kalan yeri doldurmak için eskisi gibi bir yarış da yok, krala yaslanan fena düşüyor, herkes farkında. Bir yandan krala yaslanan düşüyor öte yandan ülke tarihi zaten Bahçeli’ye yaslanıp tarihten silinen partiler mezarlığı. Arınç’ı götüren son hamlesi, tarih tekerrür mü edecek dedirtiyor.

İç çatışma ayyukta, iletişim başkanlığı iletişemiyor, krizler yönetilemiyor. Sitemler, tripler, subliminal mesajlar, laf sokmalar gırla gidiyor.  Bu sefer kandırıldık denilecek bir durum da yok. Sadece iktidar ilişkileri değil, aile içi ilişkiler bile zelzelede.

Kimi insan nedense karamsarlıktan besleniyor. Oysa en kötü senaryoyu dile getirmenin ve o senaryoyu beklemenin tek faydası, velev ki gerçekleşti, söyleyene yaşatacağı bir anlık “Ben demiştim” diyebilme hakkı. O karamsarlık ve umutsuzlukla bence yaşanmıyor. Yerel seçimler sonrası da bu karamsarlardan şunları duymuştuk: “Belediyeyi alsan kaç yazar, il meclisleri onlarda olduğu sürece, belediyeye iş yaptırmayıp sonra da ‘Bak yönetemediler’ diyecekler.”

İşte bu hafta İBB’nin 6 bin yeni taksi plakası projesi üçüncü kez reddedildi. Karamsarın dediği gibi. Ama sonuç; UKOME toplantısını yüz binler canlı izliyor, tüm taksicilerden başkana destek geliyor. İmamoğlu da “Pes etmeyeceğiz, simsarlar umurumuzda değil” demeye devam ediyor. Duyuluyor, görülüyor, boşa gitmiyor.

Van depremi sonrasında 8-9 sene konteynerlerde yaşamak zorunda kaldı insanlar. İzmir depreminin üzerinden 1 ay bile geçmeden, Belediyenin başlattığı kampanya ile çadır kent tamamen boşaldı. Herkes bir eve yerleşti. İktidarın elindeki kurumlar, iktidarı temsilen bazı isimler haberlerde yer kapmaya, propaganda yapmaya çalışadursun depremzedeler, bölgede görevli gönüllüler ve onların çevresindekiler de eklenince milyonlarca insan, neler kimler sayesinde halloldu, biliyor.

23 sene sonunda yeni bir başkana kavuşan 5.5 milyon nüfuslu Ankara, pandemiye Gökçek ile yakalansa neler yaşardı tahmin edebiliyor. Hatta eski belediye başkanlarının, İBB’nin projesi için “Yeni taksileri HDP’ye verip istihbarat ağı kuracaktı” gibi mantık sınırlarının fersah fersah ötesindeki açıklamalarına bakıp “Keşke yalnız Ankapark için silseydik seni” dediklerine de eminim.

Neticede, karamsarların senaryosu gibi olmadı, yereller çalışıyor. Halk farkı görüyor. Görmek de değil, halk farkı yaşıyor.

Meslek örgütlerini bitirmek istediler. Barolar direndi, baro başkanları, avukatlar günlerce yollarda, meclis kapısında sabahladı, kolluk kuvveti üzerlerine saldılar.

Karamsarlara göre hiçbir şeyi değiştiremeyeceklerdi, bu iktidar neyi istese meclisten geçirirdi ve konu baştan kapanmıştı gitmişti. Al işte 2 bin avukatı da bir araya toparlayıp bir baro kuramadılar. Fiiliyatta kadük bir yasa.

TTB’yi hedef gösterdikleri hafta, üzerine onca “İyi yönetiyoruz” iletişim stratejisi yapılan Sağlık Bakanlığı, tüm güveni kaybetti.

Baştan beri tek doğru söyleyenin TTB olduğu su gibi berrak.

TTB’nin en başta yaptığı acil sağlıkçı atanması çağrısı, aylarca gecikmeli olarak, çok da geç kalınmış şekilde uygulamaya geçti.

Yani rüzgar yön değiştiriyor. Artık sokak röportajlarında bile karşımıza çıkan örnekler “Biz yine de AKP’ye oy vereceğiz” diyenler değil, hapse girecek olsam da gerçekleri söylemekten korkmuyorum diyen bir halk var. Sokak röportajlarına bakma sen diyecek karamsarlar, taksicilerden, toplu taşımada etraftakilerin konuştuklarından, fabrikaların çay molası sohbetlerinden ya da muhafazakar akrabalarını hal hatır için arayıp dinleyebilir. Kulağını açan duyacaktır.

Ancak umut, çocuksu bir hayalperestlik değil, içinde emek, strateji, akıl ve hedef barındırdığında anlamlı. 

Salgın dünya için bir sınavdı. Evet otoriter rejimleri güçlendirme riski vardı ama kurtuluşun ancak solda olduğunu da ortaya çıkarabilirdi. Süreç uzadıkça oraya yaklaşıyoruz.

Kadın mücadelesi salgına rağmen tedbirli şekilde binlerce kadını 25 Kasım’da pek çok ilde sokaklara çıkarmayı başardı, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme tartışmalarına son verdirdi. Uygulanması için baskısını artırıyor. Herkes hakkını teslim ettiği üzere de ülke muhalefetinde başı çekiyor.

Kendimce bu verilerden şu sonuçları çıkarıyorum:

Nedir kadın mücadelesini bu kadar güçlü kılan? Feyz almak için bunu tartışalım. Çünkü ortak bir hedefe çok bileşenle birlikte yürüyebilme gücü var.

Bileşenlerin görüş ayrılıkları birbirlerinin mücadelesini desteklemelerine mani değil. Kadıköy’e çıkan 25 Kasım Kadın Platformu, Taksim’e çıkma kararı alan gruplara yapılan baskıya birlikte ses çıkarabiliyor. Saha mücadelesi ayrı kollardan sürekli devam etse de İstanbul Sözleşmesi, 25 Kasım ve 8 Mart gibi günlerde ortak hareket edebiliyor.

Farklı oluşumların temsilcileri, böyle eylemlerde herkesi temsilen ortak açıklama için ekranlarda söz alabiliyor. Her kurumdan, oluşumdan farklı liderler var ancak tek bir lideri de yok.

Mücadele sahada, alanlarda ve sosyal medyada sistematik şekilde sürekli olarak veriliyor ve vaatler üzerine değil çözümler üzerine inşa ediliyor. Ön plana çıkan asla mağdur edebiyatı değil, hak mücadelesi, adalet arayışı ve kazanma azmi.

Tacize, şiddete, istismara uğrayan kadınlar sadece sözlerde değil, mahkeme sürecinde, terapi sürecinde, yeni bir hayat kurmaya çalışırken yalnız kalmıyor. Katledilen kadınların davalarında aileleri yalnız hissetmiyor.

Bir diğer kıymetli veri olan gençliği de ele alalım. Nedir hayattan beklentileri? Ne işte ne eğitimde oranıyla OECD sıralamasında en üstlerdeyiz. Gençliğin bu çaresiz ve amaç arayan haline kim hitap edebilir?

Kendilerini oldukları gibi kabul eden, onları değiştirmeyi değil, bir değişimin birlikte parçası olmayı vadeden, gençlerin henüz tecrübe edemediği o özgür, eşit, adil dünyayı kendi pratiğinde ortaya koyabilen kapsayıcı bir hareket.

Bir de kimlikler meselesi var. Bugünün dünyasında tek bir kimlikle ifade edemiyor artık kendini insanlar. Nereden darbe alırsa o sıfatı mücadeleye kalkıyor.

Hayvan hakları, iklim aktivizmi, LGBTİ+ , kadın mücadelesi, gençlik hareketi ve benzeri bir sürü mücadele varken artık tek bir liderin herkesi kapsaması yerine, her alanın kendi liderlerini yarattığı ve tek bir çatı altında bütünleşik mücadele verebildiği bir oluşum gerekli diye düşünüyorum.

Ortak paydaların en büyüğünde buluşup birlikte yürüyebilen bir hareket rüzgarın yönünü değiştirir.

Teşbihte hata olmaz, pazarlamanın kurallarından biridir: sektör büyürse herkesin pazar payı büyür. Sektör de hedef kitlenin genişletilmesiyle büyür. 

Solun rüzgarı sağlam eserse, bugün anketlerde muhafazakar ve/veya milliyetçi başlığındaki bazı insanlar da yaşamak için sosyalizmden daha iyi bir çıkış olmadığını anlayacak, başka bir kimliğini ön plana çıkarıp bu rüzgara kapılacak zira herkes illaki bir yerinden yaralandı. Bu iktidara oy verenler de emeklilikte yaşa takıldı, işsiz kaldı, kepenk kapattı, teste ulaşamadı, pandemide çaresizliği tattı, alın işte taksi projesini. Büyük bir kısmı bir zamanlar bu iktidara oy vermişti, plaka simsarlarına karşı onlar da eskiden rakip bildikleri başkanın yanında yer aldı.

Bunu sağlamanın yolu, eşitlik, adalet, liyakat, özgürlük kavramını yaşamın içinde gözle görülür şekilde inşa edebilmekten geçiyor.

Çocuklarım küçükken, çocuk yetiştirmeye dair uzmanların yazdığı birçok kitap okumuştum. Hepsinde şu cümle muhakkak yazıyordu: “Konuşurken diz çöküp onunla aynı göz hizasına gelin.” Ezberledim bunu ve defalarca denedim ağladıklarında, tek bir faydasını göremedim. Bir gün kızım cayır cayır ağlarken yine içimden sabırlar çekerek diz çökmüş, göz hizasına inmiş, sakin ses tonumu koruyarak onu iknaya çalışıyordum ki birden “Kucağına alsana beni, ağlıyorum burada” dedi.

O yüzden belki de artık muhafazakar kesimi anlamak için göz hizasına inmek değil, ezberlerin aksine daha güçlü, sorunları çözen, onları olduğu gibi kabul etmeye hazır bir anne olarak kucaklamak lazımdır. Artık kim daha muhafazakar yarışından çıkalım. Çocuk onu kimin doyurduğuna, ağladığında kimin koştuğuna ve kimin güçlü kollarıyla sarmaladığına bakar.

Bu yazıyı fazla ümitvar bulabilir ve bana kızabilirsiniz. Hatta teşbihte hata olur da diyebilirsiniz.

Ama Yeliz’in 270 yıllık çeşmeyi tadilata sokup üzerine babasının adını yazdırdığı bir ülkede, kızma hakkınızı bana kullanmamanızı ve üzerine birazcık birlikte düşünebilmeyi, tartışabilmeyi dilerim.

Umut iyidir, ümitvar pazarlar.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...