01 Kasım 2020 01:37

Geriden gelen, tuş kırdıran bir andan, diş sıkmalı bir yazı

Bakan Pakdemirli enkaz altındaki kadınla telefonla konuşuyor.

Fotoğraf: Lokman İlhan/AA

PAZAR
Paylaş

Ben pazar yazımı cuma gecesinden teslim ediyorum.

Bir günde dünyamızı 40 kere yıkabilen bu ülkede 40 saat geriden yazıyorum yani.

Şu an hıncımı klavyeden alıyorum sanki, tuş seslerini alt komşum duyuyor. İçimde köpüren bir öfke var, parmak uçlarımda patlıyor.

Bizi aldılar bir Kemalettin Tuğcu romanına tıktılar. Abartma artık Kemalettin, zayi olduk, mahvolduk, heder olduk.

Üvey evlat olduk, karanlıklara kilitlediler, yetmedi aç bıraktılar, dövdüler, bizim aklımızla öyle çok oynadılar ki bizi çıldırttılar.

Bunlar nasıl insanlar? Biz kimiz? Doğru olan ne?

Hiçbir psikoloji formasyonu olmadan, şarjın ve enkaz altında harcanan nefesin ne kadar hayati olduğunu düşünmeden, sırf kameralar açık diye arama kurtarma ekibi elinden telefonu alıp can derdindeki insana “inşallah”lı cümle kurulur mu mesela?

Tarım ve Orman Bakanı yaptı bunu, çıktı enkazın tepesine, inşallah seni çıkaracaklar, dedi enkaz altındaki bir genç kadına. İşletme ve iktisat eğitimi var, iş insanı, yönetici, tarım ve ormandan sorumlu (Ziraat ya da orman mühendisi de değil o da ayrı). Bütün AFAD eğitimlerinde anlatılır. Seni kurtaracağız diyeceksiniz, o insan pes etmesin diye. Şarjını soracaksınız, boşa bitmesin, yerini tarif ettirmeye çalışacaksınız, acı hissediyor mu, sıkıştı mı, nefes alabiliyor mu, yanında başkası var mı? Enkaz altında olduğunu tahmin ettiği başkaları var mı?

Bakan, Cumhurbaşkanının selamını iletti. Ölümle yüzleştiğinde bunu mu duymaya ihtiyaç duyar bir insan?

Televizyon kanalları canlı yayına geçmişti. Eli kalbinde milyonlarca insanın nefesini tuttuğu bir andı. Bir anne ile oğul çıkarılmak üzereydi enkazdan. Son dakika haberi ile kesildi yayın, Cumhurbaşkanına bağlandı.

Önce baş sağlığı ve geçmiş olsun dilekleri, sonra dünyan pandemi dayanışmasında sınıfta kalırken ülkemizin nasıl da müthiş işler başardığı, üç çocuk dileğinin ne manaya geldiği, dünyanın İslamofobiden neden kaçınması gerektiği, iktidarın ne kadar başarılı işler yaptığına giden konuşmayı aklım tutulmuş halde dinlerken fark ettim ki aslında bir ödül törenine bağlanılmış, orada konuşuyor Cumhurbaşkanı.

Ve bu konuşma için kestiler deprem canlı yayınını. Haber kanalı yaptı bunu, kendilerine haberci diyenler. Ne bekliyordun demeyin, kanıksamayı reddediyorum, reddedeceğim ben.

Sonra Çevre ve Şehircilik Bakanı basın açıklaması yaptı. O da geçmiş olsun, baş sağlığı, rahmet, acil şifalar ve inşallahlar ile süsledi konuşmasını. Adalet Bakanı açıklamasına geçti; Cumhurbaşkanımız derhal enkaz altındakilerin kurtarılması için talimat verdi diye başladı konuşmasına.

Bilmiyorum aksi de mümkün müydü? Bu durumda bir devlet başkanının bu emri vermemesi sanki olasılıkmış gibi, basının duymak istediği, halkın kulak kabartacağı cümle bu muydu? Ya ne olacaktı? Acele etmeyin mi diyecekti? Ben emir vermeden arama kurtarmaya başlamayın mı diyecekti?

Bu arada yıkılan bina üzerine çıkıp enkazdaki kadınla telefonda konuşurken görüntü veren bakan da basın açıklamasına gelmişti. Haber bültenleri “Bizzat enkaz başında takipte” diye alt yazı geçerken, demek ki oradan ayrılmış, basın açıklamasına geçmişti yani. Neyse iyi haber verdi: Hava sıcaklığı çok düşük olmayacak, yağış yok, dışarıda kalanlar için durum çok vahim değil. Yok, hiçbir vatandaşımız sokakta kalmayacaktır demedi. Hava iyi olacak dedi.

Bunlar kabinedendi, bunlar iktidarın kıdemi en yüksekleriydi.

Halk kim peki?

Halk; evlerinin kapısını evi yıkılanlara açan, parası olmayan beni bulsun şu parktayım, yanımda nakit var diye sosyal medyadan çağrı yapan, hatlar çekmezse işe yarar diye wifi şifrelerini kaldıranlardı. Wifi şifresi kaldırmak da iş mi demeyin, bağlandığı wifi’dan birileri ByLock indirmiş diye insan yargıladılar bu memlekette. Ona rağmen açtılar.

Eylemlerini, yürüyüşlerini yarıda bırakıp enkazda çalışmaya koşan maden işçileriydi halk. Onlar ki mücadelelerinde haklı kere haklıydılar, onlar ki hepsinden çok mikrofonu hak etseler de merkez medyada yer bulamayanlar, kendi dertlerini ve taleplerini bırakıp derhal işe ve dayanışmaya koştular.

Belki kanallarda haber olmamıştır ama biz isimleriyle biliyoruz kan ihtiyacı çağrısına ilk koşanların arasında Suriyeli gençler de vardı.

Ailesi İzmir’de olan üniversiteliler için otobüs bileti alıyordu durumu el verenler, evden battaniye, hırka, mont paketlemeye başladı İzmir dışındakiler.

Oysa daha aynı sabah, biz depremi hiç beklemezken, bir çanta üzerine yazılan gazete yazısı okuyorduk.

Fransız ürünlerine boykot çağrısına karşı First Lady’nin G20 zirvesinde taktığı 50 bin dolarlık yılan derisi çanta yeniden konu olmuştu.

O çanta öyle mühimdi ki bunca yoksulluk varken öyle bir zirveye eşlik etmesine dair eleştirel bir yazı “Hanımefendiye güzel vasıf atfetmeyerek hakaret”ten yargılanıyordu.

Titrinde gazeteci yazan biri de hanımefendinin asla çantaya büyük paralar vermediğini, çakmasını kullandığını kaleme almış, savunma yapayım derken bir suçtan hanımefendiyi ihbar eden duruma düşmüştü. İç hukuku geçtim, Fransız markaya ülkenin ‘first lady’sine dava açtırma riski de cabası.

Herkes bu yazıda kızacak bir yer buldu. Kimsenin meşrebi almadı bu yazıyı.

Benim de halktan kopukluğu aklım almadı. Uçurum vardı evet ama -mış gibi bile yapamayacakları kadar mı ipler kopmuştu?

Halk o markanın çakma çantasını kullanıyor mu sanıyordu? Öyle olunca durum anlaşılır mı olacaktı? Bu markanın çakmasının fiyatını soruşturdum, pek çok asgari ücret kadardı.

Halkın bir çanta markasının çakmasını almaya kafa yoramayacak, para da bulamayacak kadar açlık, yoksulluk ve güvensizlik içinde olduğuna dair fikri de mi yoktu?

Bu nasıl bir savunmaydı da bizi geri zekalı yerine koyuyordu? Biz bile alt geçitlerde 20-30 TL’ye satılan pabuçların üzerinde Adibas, Nika yazmasının sebebinin birebir çakma üretmenin cezası yüzünden olduğunu biliyorduk. Hiç öyle şey olur mu? First lady çakma mal kullanır mı?

2015’te Le Capitale’e Brüksel’de mağazaları kapattığı için haber olmamış mıydı? Aynısı 2018’deki Nato zirvesinde yine Brüksel’de birebir yeniden yaşanmamış mıydı? 2016 NATO zirvesinde, Varşova’da korumaları ile gittiği alışveriş ve harcanan 200 bin Polonya zlotisi gazetelere düşmemiş miydi?

Ne ayıp şey neredeyse sahtecilikle suçlamak, dünya biliyor ‘first lady’nin alışverişte neyi tercih ettiğini, nerelerden giyindiğini, ailece görüşen bir gazeteci nasıl böyle bir şey iddia edebilirdi?

Öte yandan halkımız ne yapıyordu? Askıda fatura ödüyor, erkek şiddetinden kaçan kadınlara ev açıyor, kirasını ve eşyalarını karşılıyor, ihtiyacı olana kıyafet bağışlıyor, EBA’ya bağlanamayan çocuklara dayanışma ile bilgisayar alıyordu.

Bu halk temel ihtiyaçlara gelen zamma rağmen, doların yükselişine rağmen yapıyordu bunu.

Her şeyi, uğradığımız haksızlıkları bir yana koyup bir siyaset iletişimcisi gözlüğüyle bakarak yazıyorum:

Bir uluslararası zirveye, dünyaca bilinen yabancı bir markanın, fiyatı herkese malum ürünü ile değil, yerel tasarımcıların ürünleri ile gidilir.

Böyle yapılır ki sosyalleşilen anlarda o ipek şal, o Şile bezi, o deri işçiliği anlatılsın, yerli markalar ve tasarımcılar tanıtılabilsin, tavsiye edilsin, en üst ağızdan bir yerli malı şovu yapılsın imkan bulunmuşken.

Çünkü bir ülke için yöneticilerinin lüks tüketim yapabilmesi değil iyi üretim yapabilmesi övünülecek bir şeydir. Tasarım, sanat, kültür, üretim, zanaat böyle tanıtılır dünyaya.

Dünyaca ünlü bir markanın ürününü kuşanırken, dünyaca bilinen tek bir markası kalmamış ülkenin yöneticileri olarak birkaç kez düşünmeli insan.

Türkiye’de ‘haute couture’un 60 yıllık efsane atölyesi, tahtını devretmeden durdurmuşsa üretimi, bağımsız bir müzeye bağışlamışsa arşivini, şapkayı önüne koyup bir düşünmeli. Acaba bu kararda bir modacıyı düşüncelerinden ötürü defalarca yargılamanızın da payı var mı?

Alkole gelen vergiyle, reklam yasaklarıyla, sponsorluk iptalleriyle yıpratılan içki markamızın dünyada en çok bilinen 2. yerli markamız olduğundan haberleri var mıydı?

Belki siz içmiyorsunuz ama Fransa’ya, İtalya’ya giderken yerli şaraplardan, Ruslara belki rakımızdan tattırmak, kaliteli üzümlerimizi dünyaya açabilirdi.

Değil mi ki Anayasa’da hâlâ laiktir bu ülke, inanç başka mevzu olurdu ülkenin menfaati başka.

Şu an inanabileceğim tek samimi açıklama: “Yerli üretim bırakmadık, olanı da seküler diye yaşatmadık, takacak yerli marka bulamadık, açıkçası çok da buna takılmadık. Vardı para, çoktu hatta, keyfimizce harcadık. Amaaaan ölümlü dünya.”

Nasıl ki insan, o meşhur milliliği uluslararası zirvelerde, giyim ve kuşamda görmek isterse, bir doğal afet yaşandığında da, ekranda sadece afet işleri başkanını görmek ister.

Basını ve telefonları, hava durumu ve cumhurbaşkanı selamı ile meşgul etmez durumun vahametinin farkında olan biri.

Enkazdakinin nefese ve hızlı, profesyonel bir müdahaleye, haber bekleyenlerin gelişmeleri duymaya, evi hasar görenlerin sokakta ve aç kalmayacakları güvencesine ihtiyacı olur.

İşin başında bizzat bulunanın titri değil yetkinliği hayati önem taşır.

Ve bir tek faturada bile onlarca yere kesinti ödeyen halkın, bir tek afette bari gerekli önlemlerin alınacağına, devletin yeteceğine, bilgilerin doğruluğuna inanıp, kendi üzüntüsünü içinde yaşayabilmesi gerekmez mi?

Halkımızın yatacak yerini düşünmek, dayanışma, bağış, birbirini kollama hep biz halka düşer de rahmet, sabır, başsağlığı ve geçmiş olsun dilekleri neden hep kameralar karşısında bu iktidarın sözcülerine kalır usta?

Bu dillere pelesenk milli irade, anlaşılan bir tek seçimden seçime.

Halka kesilen bir faturanın adı oldu, sorumluluk hep bizde, yük hep bizde.

Yoksa ne giydikleri millidir, ne de kriz anında gösterdikleri şeyin adı irade.

Halkız biz işte ama vurdular sırtımıza semeri, çektiler altımızdan toprağı, yeniden doğmalıyız artık bu ölümlerden, tez elden. Zaten yetiyoruz birbirimize.

Kim bilir kaçıncı kez, bizim canımız gönüllülere, seçtiğimiz yerel yönetimlere, komşularımıza ve o işçilere emanet.

Öyle mi alay komutanı?

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...