23 Eylül 2020 00:34

Taşrada siyaset

Nizâm-ı Cedîd Ordusu

Nizâm-ı Cedîd Ordusu | Görsel: Zapotocny/Wikimedia Commons (CC BY-SA 4.0)

Paylaş

Geçen hafta 18’inci yüzyılda âyanın Osmanlı imparatorluğu idaresinde nasıl kilit bir rol oynadığını tartıştım. İmparatorluğun merkez bürokrasisi yerele nüfuz edebilmek için âyana, âyan da yerelde etkin olabilmek için merkeze muhtaçtı. Ancak merkezle âyan arasındaki bu karşılıklı bağımlılığı anlayabilmek için iktidarın kaynağına, yani vergiye ve vergi verenlere odaklanmak gerekir. Bunun için Ali Yaycıoğlu’nu takip edip taşraya, kazalara; verginin ödendiği, bölüşüldüğü, kayda geçirildiği kadı mahkemelerine gidelim.

Yaycıoğlu taşra toplumlarının çeşitli toplu karar alma ve idareye katılma pratiklerinin 18’inci yüzyıl boyunca ve 19’uncu yüzyılın başlangıcında kurumsallaştığını söylüyor. Aynı dönemde Fransa ve İspanya’daki fizyokratların düşüncelerine benzer bir şekilde dönemin reformist merkez bürokratlarının aşağıdan yukarıya işleyen taşra idaresinin daha etkin, verimli ve adil olduğuna inandıklarını vurguluyor. Esasında bunda şaşıracak bir şey yok. Sonuçta biçimsel kurumsal farklılıklara rağmen Osmanlı İmparatorluğu Avrupa devletleriyle aynı devletler arası sistemin ve aynı ekonomik sistemin parçasıydı. Avrupa’yla karşılaştırmayı daha sonraki yazılara bırakarak Yaycıoğlu’nun Osmanlı tarihine dair iddialarını ele alalım.

Osmanlı tarihyazımında geleneksel yaklaşım (ağırlıklı olarak kentli) taşra toplumunun ancak 1839 Tanzimat Fermanı’yla yukarıdan aşağı uygulanan belediye reformları ve 1876’daki parlamento reformuyla siyasete dahil olduğunu iddia eder. Yaycıoğlu ise taşra siyasetinin belediye ve parlamento reformlarından çok daha önce başladığını ve bu siyasetin reformlarla ortaya çıkan siyasi örüntülerle ciddi bir devamlılık arz ettiğini öne sürüyor.

Yerel toplumların idareye katılımının kökeni 17’inci yüzyılın ortasındaki askeri-mali dönüşümlerde yatıyor. Amerika kıtasından gelen gümüş nedeniyle fırlayan enflasyon hazine gelirinin değerini düşürürken, savaş teknolojisi ve stratejisindeki değişim sürekli orduyu genişletme zorunluluğunu, yani hazinenin nakit ihtiyacını, arttırıyordu. Hem vergi hem asker toplayan tımarlı sipahinin giderek işlevsizleştiği bu dönemde merkez bürokrasi ve eyalet valileri artık güncelliğini yitirmiş tımar defterleri ve sipahi hiyerarşisine dayanamazdı. Böylece yerel toplumlardan topluca maktu vergi toplamaya başladılar. Maktu vergileri toplayanlar yerel topluluklardan belirli bir toplam talep ediyor, bunun nasıl bölüşüleceğini toplumun önde gelenlerine bırakıyorlardı. Belirli bir toplumdan topluca vergi kesmeye dayanan bu yöntem halihazırda gayrimüslimlerden toplanan cizyede uygulanmaktaydı, ancak daha geniş kesimlere uygulanmasıyla toplum liderleri, küçük memurlar ve yerel âyan için muazzam fırsatlar yarattı.  

Âyan yerel toplumdan istenen maktu vergiyi peşinen ödeyip, bunu toplum liderlerinin tanıklığında kadı mahkemesinde kayda geçiyordu. Mahkeme âyanın ödediği vergiyi ve bu hizmeti karşılığında toplumun kendisine borçlu olduğu hizmet bedeli veya faizi de kaydettikten sonra, toplum liderleri kendi aralarında hangi mahallenin hangi köyün ne kadar ödeyeceğini karara bağlıyordu. Vergi ve hizmet bedeli yükünün yerelde nasıl bölüşüleceği kadı tarafından tevzi (üleştirme) defterlerine yazılıyordu. Böylece kadı mahkemesi yerel toplulukların görüştüğü, müzakere ettiği, oy kullandığı, anlaşmaları kayda geçtiği bir mekana dönüştü. Yaycıoğlu’nun ifadesiyle kadı imparatorlukla yerel topluluklar arasında bir tercüman işlevi görüyordu.

Yerel toplumlar elbette yekpare değildi. Köylüler, göçerler, akraba ve aşiret grupları, irili ufaklı aileler, tüccarlar, loncalar gibi birbiriyle çıkar çatışması olan çok sayıda grubu barındırmaktaydı. Birçok yerel toplum etnik ve dini açıdan da çeşitlilik arz ediyordu. Yerel toplantılarda temsil esnek, geçici, organik ve kolektifti. Yerel toplumlardaki bu bölünmeler karar mekanizmasında oy birliği (ittifak-ı ara) yöntemi olarak yansıdı. Böylece (Hukukta çoğu kez şahit olduğumuz gibi) toplumda var olan çıkar çatışmaları ve hizipler resmen yok varsayılabiliyordu.

Bu bağlamda âyan kelimesi sabit bir unvan değildi, yerel toplulukların temsilcilerini işaret eden müzakereye açık bir terimdi. 1760’lardan itibaren merkezi idare bir dizi fermanla âyanın yerel toplumun oy birliğiyle belirlenmesini düzenlemeye çalıştı. 1770’lerden itibaren de mali bürokrasi tevzi defterlerini denetlemeye başladı. Kadılar ellerindeki kayıtları yılda iki kez merkeze yollayacaktı. Yaycıoğlu’na göre 18’inci yüzyıl sonundaki reform hareketinin bir parçası olarak düşünebilecek bu mali denetim, çoğu zaman merkezin varlığını yerele hatırlatan bir formaliteden ibaret kalmıştı. Nitekim merkez bürokratların gönderilen kayıtların sağlamasını yapacak araçları kısıtlıydı.

Bu mekanizma Yaycıoğlu’nun idarenin bir işletmeye, bir teşebbüse dönüştüğü tezini doğruluyor. Çoğu zaman âyan maktu vergiye denk gelen meblağı sarraflar aracılığıyla elde ederdi. Yani, kredi kullanarak devlete vergiyi öder, sonrasında da faizini yerel toplumlardan alırdı. Ancak dönemin koşullarında bu sermaye birikimi askeri gücü de gerektiriyordu. Yerel topluluklar, sarraflar ve merkez bürokrasiyi ikna edebilmek, rakip âyanın önüne geçebilmek için “zor” vazgeçilmez bir araçtı.

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa
Evrensel Ege Sayfaları
EVRENSEL EGE

Ege'den daha fazla haber, röportaj, mektup, analiz ve köşe yazısı...