13 Eylül 2020 00:15

Sosyal mi bu medyalar?

Görsel: Pixabay

Paylaş

Son 10 yılda sadece bizde değil tüm dünyada nostalji yükselen bir trend.

Yüz yüze, canlı ve fişsiz ilişkiler kurduğumuz dönemleri özlüyoruz.

Cep telefonu hayatımıza girmeden önce nerede olduğumuzu sadece bizim bildiğimiz özel zamanlar yaşadık. Randevuların çok önceden kararlaştırıldığı, sözleşilen saatlere riayet edildiği, bu verdiğin sözü tutma işinin saygıyı getirdiği dönemlerdi.

Dijital kameralar çıkmamıştı. 36 pozluk filmler değerliydi. Dolayısı ile antik bir kenti çekerken bile önce açıyı, pozu düşünmek gerekirdi.

Haliyle de kimsenin aklına şık hazırlanmış bir yemek tabağını çekmek gelmezdi.

Cep telefonu önce ulaşabilirlik ile aklımızı aldı. Artık anlık olarak trafikte kaldığımızı ve gecikeceğimizi söyleyebildiğimiz için buluşma saatleri esnedikçe esnedi. Beklerken birilerinin zamanından çalındı. Sonra WhatsApp girdi hayatımıza. Orada bekleyen yüzlerce mesaj dururken bakmamak imkansız oldu. Her şeye bir göz atayım, önemli olanlara yanıt yazayım derken zaman bir anda aktı geçti. Başucumuzdaki kitaplar tozlanmaya başladı.

Sosyal medya, ilkokul arkadaşlarımızı bulma vaadiyle hayatımıza girdi. Sonra gerçek gündemi anlık takip edebileceğimiz mecra olarak Twitter geldi. Artık “Amerikan Başkanı dahil herkesi ararım” şakası gerçek oldu. Kriz anlarında yardım çığlığı atılacak bir yere dönüştü bazen de sloganların sokağa dökülmesi önünde bir engele. Twitter bunaltınca hayatın güzel yanlarına sığınmak için görsele yüklendik. Instagram tuttu. Dünyaca ünlü futbolcunun evine, sevdiğimiz bir yazarın dinlediği müziğe, bir müzisyenin okuduğu kitaba yorum yapma şansı doğdu.

Artık sofraları kurarken özenir olduk, evlere fotoğrafa yakışacak renkli peçeteler alınır oldu. Böyle sofralar kuramayan dar gelirli kesim hayattan bunaldı, çıkışı hayatla dalga geçmekte buldu. TikTok bir anda coştu.

Her şeyi kendimize zehir etmekte bir dünya markasıydık.

Kebabın yanında pilav getirdi diye aşçıyı vuran mı istersin, kasedeki tuzlu fıstık bitti diye meydan kavgası çıkaran mı, müzeye giriş ücreti öder, gezerken de eserlerin üzerine isim kazırdık sonra da devletlümüz gelir beton dökerdi komple.

İşte bu sosyal medya işini de yüzümüze gözümüze bulaştırmayı başardık. Güzel olma ihtimali olan her şey gibi.

Kendimce sosyal medyada keyfimizi kaçıran, neşemizi söndüren, yaka silktiren kullanıcı profillerini gruplamaya çalıştım.

  • 1- Pesimistler: Güzel olan her şeye öfkeli gibiler. Örneğin küçük esnafın özenilmiş, keyifli dükkanını paylaşırsınız gelir altına “Yakında batar” yazar, muhalif kanattan biri ses getiren, haklı bir çıkış yapar, “Boşa konuşuyor, bunları gönderemeyecekler” der, biri tam istediği okulu kazanmıştır, sınav sonuç belgesi paylaşır, “İşsiz kalınca da sevinecek misin bakalım?” yazar, biri kanseri yendim yazar sevincini paylaşır, gider altına “Bize ne?”yi yapıştırır.

Yani isterler ki kimse gün yüzü görmesin, bir an bile keyiflenemesin, her zafer elde patlasın, kimseler sevincini mutluluğunu paylaşamasın.

Öyle bir habis pesimistlik.

  • 2- Büyük resimciler: Tüm siyaset bilimi, ekonomi ve tarih fakültelerini aynı anda bitirmiş, hukuk doktorası yapmış, mason locasından MI6’ya, CIA’dan The Sun magazin servisi yayın yönetmenine kadar herkesi tanır gibi, tüm dünyayı çözmüşçesine her konudaki her tespiti küçümserler.

Milletvekilini de savaş muhabirini de üniversite hocasını da asıl dengeleri bilmemek, konunun bütününe hakim olmamakla suçlarlar. Sri Lanka’daki Hindu’dan, İzlanda başbakanının ne kadar yeşil olduğundan, Akdeniz’deki dengelerden, Libya’da Berberilerden, 11 Eylül’ün perde arkasından onlar anlar bir tek. Herkes cahildir, en çok onlar bilir. Bilmiyorum artık soy isimleri Rockefeller, Rothschild, Morgan, Oppenheimer diye midir nedir genelde takma isim kullanırlar. Yerel yönetimdeki zaferlere olan sevincimize, uluslararası operasyonlarla ilgili endişelerimize, dış ilişkilerdeki gerilime dair yorumlarımıza onlar şerh koyarlar.

  • 3- Tek Atışçılar: Her bir sosyal medya kullanıcısını, paylaştığı tek bir görsel ya da metinden ibaret varsayarlar. Asla bir tıklamayla daha kendilerini yormaz, yazanın profiline bakmazlar. Gıda mühendisine GDO’yu anlatan, ekonomiste altın tavsiyesi veren, hukukçuya temyiz öneren bunlardır. Paylaşılan şeyi, paylaşandan bağımsız düşündükleri için sarkastik, kinayeli paylaşımları anlama ihtimalleri yoktur. Bu yüzden yazdıklarının yüzde yetmişi kırılan pottur yine de ağız tadı kaçırırlar, otobandaki hız tümseği gibidirler.
  • 4- Kötücüler: Pesimistten farkları yorumlarının sadece “kötü” olmasıdır. Kötümser değil de direkt kötü yazarlar.

Biri şarkı paylaşır “Ne güzel değil mi?” diye altına “değil” der, birisi kıyafet almış, özenmiştir “Elbisem ne güzel değil mi?” der, “berbat” der.

Genel bir kötüleme ihtiyacı. Bazı görseller, müzikler de gerçekten neşe veriyor, iç açıyor nasıl el gidip altına durduk yere kötü yazabiliyor, nedenini çözemedim, çözülmüyor Mihriban.

  • 5- Suçlayıcılar: Onlara göre herkes pasiftir, herkes klavye muhalifidir. Sosyal medyada gösterilen hiçbir tepkiyi anlamlı bulmazlar, hiçbir muhalifi beğenmezler, bu tepkiler adli süreci etkilemiş olsa da, bir yasa tasarısını engellemiş olsa da, bir kadının hayatını kurtarmış olsa da beğenmezler. Oysa bu tepkiyi sosyal medyada gösterenlerin bir kısmı da sokağa zaten inmiştir, gaz yemiştir, adliyede nöbet tutmuştur, örgütlenmiştir, sahada çalışıyordur, çalışacaktır ancak kendisini asla bu kullanıcı profiline beğendiremeyecektir. Her muhalifin reformist yanlarını, burjuva zaaflarını aramaya, açık bulmaya adanmıştırlar. Kimdirler, gerçek midirler genelde anlaşılmaz, kendileri ile tartışarak uzlaşılmaz. Onca eleştirilerine rağmen kendilerinin hiçbir eylem alanından bildirimine de rastlanmaz. Hep üstenci ve yıkıcıdırlar ama gerçek hayatta, alanda yokturlar. Zira insan sokakta yüz yüze gelme ihtimali olana sosyal medyada da dikkatli davranır.

Bugün Engels olsa babasının fabrikası var diye, Marx olsa “Eee Engels’in parasıyla yazmak kolay tabii” diyerek morallerini bozabilirlerdi.

  • 6- Uyarıcılar: Biri bebeğinin fotoğrafını koyar, gelir altına pedofili uyarısı yapar. Biri dost sofrası fotoğrafı koyar, olan var olmayan var der, duvarı boyadım dersiniz, o renk enerji emer der, yemek tarifi verirsiniz, kalorisini hatırlatır, seyahate gidersiniz, yol üzerindeki yer daha güzeldi, yanlış yapmışsın der, kedinizi koyarsınız, kedinin ifşa olmama hakkından bahseder, kediye sordunuz mu der. Herkes en hassas noktayı kaçırır, bir onlar görür.

Neticede hiçbiri suç değil. Hepsi eleştiri kisvesinde, fikir hürriyeti kapsamında. Ama hepsi umut kırıcı, neşe söndürücü, keyif kaçırıcı yaklaşımlar.

Yüz yüze iletişimde, karşınızdaki insanın gözlerine bakarak umudunu kırmak zordur.

Bir de hayatın zorlaşması, hayatı çekilir kılanlara karşı tahammülsüzlüğü getirdi galiba. Güzel şeylerin önünde umut kıran yorumlar oldukça, insanların eli güzel bir şeyler yazmaya gitmiyor. Sonra ortak kanaat: Sosyal medya çok yıpratıcı oldu.

Koymadılar ki yaşayalım diyen de koymuyor başkası yaşasın, düşünsün, konuşsun, paylaşsın.

Sanki sosyal medya mesaili bir işmiş gibi sair insanın da her konuda tavrını yazması bekleniyor. İnsanların gündelik bir yaşam telaşı var. Her konuyu takip edip her mevzuda görüş belirtmesini şart koşmak, ona tepkini gösterdin buna neden göstermedin diye hesap sormak faşizmin söyleme mecburiyetine benzemiyor mu biraz da? Siyasi partiler ve temsilcilerine ülkedeki gündeme dair görüşü sorulur ama vatandaş buna mecbur mu?

Sosyal medya, tehlikesi analiz edilip bilinçli kullanılınca mühim ve işlevli bir mecra.

Kitlesel tepki göstermek için, hızlı örgütlenebilmek için, yerinden haber alabilmek için, üzeri kapatılmak istenen suçların ifşası için, duyduğunuzu teyit için, telefonuna, mailine ulaşamadığınız merciyle iletişime geçmek için, yalnızlığa katlanmak için, tek başına hissetmemek için, salgın koşullarında evde kalsanız bile sosyalleşebilmek için, biraz gülümseyebilmek için kullanılabilir.

Ama nefreti körüklüyorsa, yalan bilginin yayılımını, iftiranın köpürmesini sağlıyorsa, pasifleştiriyor, yankı odasında boğuyor, gerçeklerden koparıyorsa, sosyal medyadaki varlığınız ile gerçek kişiliğiniz çelişiyorsa tehlike sinyalleri var.

Elimizdeki mecrayı nasıl değerlendireceğimiz biraz da bizim elimizde.

Bilgiyi yaymadan önce teyit etmek, kötümserlikten kaçınmak, faşizan tutumdan uzak durmak, tanımadığımız insanlara ön yargıyla yaklaşmamak, iki satırla peşin hüküm vermemek, niyet okumamak, aslında dışarıda haykırdığımız adil yargılanma, adalet talebinden farklı beklentiler değil hiçbiri.

Hayat zaten bir güne onlarca sınav koyuyor, iradi var olduğumuz bir ortamı, kendi elimizle daha da zorlaştırmamalı.

Eğer sizi üzerlerse, kendinizi sürekli anlamsız konularda haklı çıkma kavgasında bulur, yorulur, bunalırsanız diye, Frida’nın bir sözünü bırakıyorum buraya:

“Ben haklı falan olmak istemiyorum. Kimse benden özür de dilemesin, beni sadece rahat bırakın. Ben sizin ne istediğini bilmeyen yanınızla savaşamam.”

Bu mecralar yasaklanmamalı, bize gerekecek. Bunu yönetmeyi öğrenmek zorundayız. Ne istemediğini değil ne istediğini bilenlere denk gelesiniz. Kirpiğiniz yere düşmesin.

İyi pazarlar.

 

YAZARIN DİĞER YAZILARI
Sefer Selvi Karikatürleri
Evrensel Gazetesi Birinci Sayfa